Perşembe, Aralık 03, 2009

Bir süredir yoktum

Uzun zaman oldu yazamadım. Yazamadım derken, vakit bulamadım çok meşguldüm anlamında değil. İçinden gelmedi. Son dönemki ruh halimi anlatan bir reklamla karşılaşınca ama karşı koyamadım. Benim açımdan son dönemlerinde en "içgörümlü" reklamı aşağıda.
Ben ona "züğürt optimizi" adını takmak istiyorum :)

Perşembe, Kasım 05, 2009

%4+%4. Dön de PR bültenini ört!

Ne biçim başlık ki bu?

Şöyle ki Seth Godin'in blogundan haberini aldığım bir comScore araştırması beni güldürdü.

ABD’de reklam tıklamalarının %85’i internet kullanıcılarının %8’lik bölümünden geliyormuş. Bu %8'i de %4'lük sık kullanıcılar ve %4'lük ortalama kullanıcılar oluşturuyor. Amerikan internet kullanıcılarının %84'ü ise internet reklamı tıklamıyor.

Benzer bir araştırma Türkiye’de yapılsa sonuçlar çok da farklı olmaz herhalde. Üç aşağı, beş yukarı... Ya da bugün %85 değil de yarın %85..

Dolayısı ile oranları aynen korursak, Türkiye'de tıklanan bir reklam alanı/linki, %85 ihtimalle ortalama her internet reklamının ulaşabileceği %8’lik bir kitleye ulaşıyor.

Diğer %92’ye ulaşmak için ekstra taktik, bunun içindeki tıklama yapmayan %84'e ulaşmak için de bildiğin pazarlama stratejisi bilmek gerekiyor.... Sürpriiiz!

Etrafta “x tıka ulaştık” diye hava atan "webci"lerin hepsi aslında aynı ve herkesin erişebileceği insanlara erişmiş durumda, bir hata yapmadıysan o x’e zaten ulaşır olman gerekiyor demek ki.

Türkiye’de MSN verilerine göre bu %85’i getiren x ne olmalı biliyor musunuz?

2 milyonun üzerinde (tahmini 2120 k)

Bir dijital kampanya zaten “vasat” olmak için bile bu erişimi sağlamalı.
Dolayısı ile Türkiye’de şimdiye kadar vasat kampanyalar bile parmakla sayılabilir durumda.... Eğer "nicelik odaklı" düşünürsek durum bu!

Ben kendi adıma, asla o x'leri başarı olarak görenlerden ve etkilenenlerden değilim, yapı itibarı ile nitelik odaklıyım. Bazen x'in onda birine erişmek çok daha yüksek karlılık sağlayabilir. Ama benim için bile burada tehlikeli bir yan var. Çok az marka dijital pazarlama başarısı için sadece ve sadece yüksek internet tüketimi olan (techno savvies) kitlesini hedefler. Ancak rakamlar bize 2 milyonu aşmadıkça zaten her şeyi tüketen bu kitle dışına ulaşmış olmayacağını, en iyi ihtimalle tıkların %15'inin sıradan insanlara ulaşacağını gösteriyor.

Dolayısı ile hepimizin oturup biraz daha farklı dijital iletişim yolları geliştirmemiz gerektiğini gösteriyor. Mesela satın alınmış medya alanları(bought media)yerine daha fazla sahip olunan (owned media) ya da kazanılan (earned/social media) üzerine araştırma yapmakta fayda var.

De mi ya...

Çarşamba, Ekim 14, 2009

GUNCELLEME/Medya: iletişimin en tehlikeli elemanı

Tutup da Türkiye'de medya konusuna derinlemesine girecek bir bilgi birikimim yok. Ama Türkiye'nin ilk özel TV'sini kuran Cem Uzan'ının irtica ettiği, Kanal 6'ya sahiplik etmiş Hayyam Garipoğlu'sunun katil amcası titrini aldığı, Mehmet Emin Karamehmet'inin Ergenekon kulağı olmakla itham edildiği, Aydın Doğan'ının malından fazla vergi borcu edindiği, Cavit Çağlar ve Dinç Bilgin gibi ünlü Türk hödüklerinin yetiştirildiği bir alem... Berlusconi'den renkli olmasın patronları ile ünlü bir sektör. Çalıklarıyla, Ahmet Altanlarıyla, Ayhan Şahenkleriyle daha nelere gebe kimbilir...

Ve Türkiye'deki iletişim dünyasının en önemli noktası. Yemeyip içmeyip TV izleyen bir toplumun yegane totemi. Şimdi sizle bir haber paylaşacağım. Bence etrafta dolaşan tüm kirlilik içinde son derece her şeyi özetleyen ikonik nitelikte bir haber. En popüler (tahminimce) internet gazetelerinden bir Nethaber'den:


Nişantaşı'nda arabasında öldürülen Esra Karsel'in katil zanlısı daha önce de bir hemşireyi BOĞARAK ÖLDÜRMÜŞ...

Şişli Nişantaşı'nda 6 gün önce telle boğularak öldürülmüş halde bir arabada cesedi bulunan Esra Karsel'in katil zanlısı olduğu öne sürülen şahıs yakalandı.

Nişantaşı'nda 6 gün önce aracının içinde telle boğularak öldürülen Esra Karsel'in katil zanlısının, 2003 yılında da İstanbul'da bir hemşireyi elleriyle boğduğu ortaya çıktı. Olay günü araç içinde zanlı ile ilişkiye girdiği öğrenilen Karsel'in, "En iyisi sensin" sözleri üzerine kıskançlık krizine giren E.G.'nin, cinayeti bu sebeple işlediği öğrenildi.

Asayiş Şube Müdürlüğü Cinayet Büro Amirliği'nce başlatılan soruşturma kapsamında, katil zanlısı E.G. gözaltına alındı. 2003 yılında İstanbul'da bir hemşireyi elleriyle boğarak öldürdüğü ortaya çıkan E.G.'nin, tutuklu bulunduğu Çorum Yarı Açık Cezaevi'nder firar ettiği belirlendi.

İddiaya göre, firar ettikten sonra İstanbul'a gelen zanlı, Esra Karsel ile yaklaşık 1.5 ay önce telefonla tanıştı. İkili, bir süre sonra görüşmeye başladı. Şahısların, olay günü aracın içinde ilişkiye girdikleri öğrenilirken, Esra Karsel'in "En iyisi sensin" şeklindeki sözü E.G.'yi çılgına çevirdi. Kıskançlık krizine giren E.G., araç içinde bulduğu telle Karsel'i boğarak öldürdü.


Şimdi bu haberdeki sürreel durumu gerizekalılar bile görür. Belli ki haber katil zanlısının beyanına dayalı verilmiş ve zanlının -nedense- doğruyu söylediğine emin bir gerizaka göstergesi içinde. Haberin kendi içinde taşıdığı iletişim mesajları şöyle:
1. Ölen insan pek çok insanla aynı anda birlikte olan ve onlar arasında da bir performans sıralaması tutan bir yaratıktır
2. Sadece bir buçuk ay önce ve telefonda tanıştığı bir insanla sokak aralarında, arabalarda sevişecek kadar tehlikelere davetiye çıkarmıştır
3. Bu kendini bilmez ölü, yattığı adamın bir hapishane kaçağı olduğunun bile farkında olmayacak kadar aptaldır da.
...
Dolayısı ile ailesi üzülmemelidir. Bu ölümde kızları, kardeşleri suçludur. Katil zanlısı cinsel gücü mükemmel olduğu için bu talihsiz olayın içine düşmüştür. Bir buçuk ay önce nereden kızı bulup aradığı ve ne zamandır firari olduğu ve neden İstanbul gecelerinde rahat rahat ortada dolaştığının konumuzla ilgisi yoktur.

Zavallı adam, kıskandırmış kadın bir de görüyor musun... Nefsi müdafa resmen.

Neyse. Demem odur ki. Bu sektörün otokontrolü de, ahlaki bir tavrı da, en ufak bir sorumluluk hissi de yok madem, tüketmeyelim gitsin.

Güncelleme: Bugün rastladığım bir yeni haber üzerine bu girşi güncellemem gerekti. Geçen yıl kıskançlık cinayeti olarak gösterilen ve zavallı bir kadını "ahlaksızlık"la itham eden medyam bu yıl aynı cinayeti aynı katilin yine salt beyanına dayanarak olayı bir komploya terfi ettirdi. Buyrun

İlgisi yok gibi görülüyor ama bu ülkede "suçu ispat edilene kadar herkes masumdur" ilkesi "suçu ispat edilene kadar herkes mahkumdur" ve "ortada bir suç varsa güçsüz olana atınız" ilkeleri ile yer değiştirdiği için güçsüzseniz, ölseniz bile vicdanlarda mahkum olmaktan kurtulamıyorsunuz. Türkan Hoca'ya on tane bina bile dikilse, her sokağa adı verilse o kara ona çalınmıştır ve "öteki" milyonların gözünde o bir zanlıdır.

Çünkü bu ilke yıkıldığı anda suç atmak ve suçu bulandırmak gerçek suçlunun en geçerli ve etkili silahı haline geliyor. Sonuçta bir suçlu için bu su bulandırıp yargıyı sarkıtmanın ucu zaman aşımı... Bunu yapabilecek gücünüz varsa öyle ya da böyle suçu başkasına atıveriyorsunuz ve bunu yapamayacak kadar saf ve güçsüz olan masumlar ya hapiste, ya mezarda, ya da mahkeme kapılarında, ya da oraya dahi gitmeye korkarak evlerinde mağdur kalıyorlar.

Politika ile ilgim yok ama Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu saçmalığı sırasında sadece ve öncelikle Hakimler ve Savcılar'ın kader birliğinin aslında bireysel hakların korunması açısından ne kadar tehlikeli olduğunu düşündüm, sonuçta karşısındaki hakimin atanmasında savcı beylerin parmağı varsa bir kamu davasında savcıya karşı savunma yapan avukatın işi zorlaşmaz mı? Nitekim bunca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne giden davada bu kamu çıkarı için dayanışma paktının etkisi olmamış mıdır? Ergenekon dahil pek çok davada avukatlar kamuya karşı zorlanmamakta mıdır? Uzmanlığım değil, cevapları bilmiyorum.

Çarşamba, Eylül 30, 2009

Gençlerin medya tüketimi ne durumda...

Bu her dönemin klasiği "yeni nesil bizden amma farklı" yakıştırmasının saçmalığına inanlardanım: Yeni nesil daha yaratıcı değil, sadece daha ekipmanlı; yeni nesil daha sorumsuz değil, sadece dünya ahlaki bir açmaz içinde; yeni nesil çevreye daha duyarlı değil, sadece çevre duyarlılığı konusu daha popüler.... Bu tür bir yabancılaştırma çabasının nedeninin ne olduğunu çok merak ediyorum. Yeni nesli anlayamama içgörüsü biz yetişkinlerin daha bıkkın ya da umursamaz olduğumuzu göstermiyor mu? Çok basit, genç dediğinin fiziksel enerjisi o kadar yoğundur ki, rölativite ekseni içinde o zamanın içine daha fazla şey sığdırmaya çalışır. Biz yetişkinler ise zamana ancak yetişiriz. Tek fark bu. Bence.

Benzer bir "bu yeni nesil" yakıştırması da medya tüketimi konusunda sürüp gidiyor. Nedense gençlerin artık TV izlemediği, çünkü internetin başından kalmadığı gibi bir şehir efsanesi dolanıyor ortalarda. Bu da yalan. Gençler herkes gibi ve herkesin izlediği programları izliyor. Buyrun Nielsen'in raporu...
Nielsen Report: How Teens Use Media | June2009

Bu da bir ABD'li gencin bir gün boyunca medya tüketiminin resmi, aynı rapordan:

Dijitalde uğultusu yüksek çıkanlar

ABD'de önemli bir iş alanı haline gelen Uğultu Pazarlaması (Buzz Marketing'i çevirmeye gönüllü olan var mı?) Amerikan tarzı "gürültü ile pazarı domine etme" stratejisinin bir uzantısı. Uğultu Pazarlaması ile markalar sosyal paylaşım sitelerini, alışveriş sitelerindeki yorumları, blog ve vlogları kullanarak mümkün olduğunca çok markalarının konuşulmasını sağlamaya çalışıyorlar. Bu çabanın sonucunda markalar hakkında olumsuz yorumlar da ortaya çıkabiliyor ancak çıkan uğultunun yoğunluğu öyle ya da böyle markaların ilk akla gelen marka olmaları konusunda etkili olabiliyor.

Zeta Interactive'in yaptığı Ağustos 2009 Buzz Top 25 endeksinde son durum şöyle:
(İlk rakam marka hakkında konuşulan site ya da sayfa sayısı, ikinci rakamlar olumlu görüş/olumsuz görüş oranı, son rakam Zeta'nın hesapladığı uğultu indeksi.)

1. Amazon.com; 3,218; 92/8; 296.06
2. Target; 2,952; 83/17; 245.02
3. Ikea; 3,098; 77/23; 238.55
4. Wal-Mart; 2,997; 69/31; 206.79
5. Staples; 2,374; 79/21; 187.55
6. Nike; 2,090; 80/20; 167.20
7. Lowe’s; 1,874; 83/17; 155.54
8. Macy’s; 1,737; 84/16; 145.91
9. Borders; 1,814; 80/20; 145.12
10. Marshall’s; 1,888; 76/24; 143.49
11. Costco; 1,737; 76/24; 132.01
12. Kohl’s; 1,709; 76/24; 129.90
13. Sears; 1,668; 70/30; 116.76
14. Barnes & Noble; 1,424; 81/19; 115.34
15. Best Buy; 2,007; 57/43; 114.40
16. CVS; 1,465; 78/22; 114.27
17. Home Depot; 1,446; 77/23; 111.34
18. Kmart; 1,435; 74/26; 106.20
19. Old Navy; 1,037; 78/22; 80.90
20. RadioShack; 1,004; 86/14; 86.34
21. H&M; 953; 79/21; 75.29
22. Adidas; 1,022; 72/28; 73.58
23. Overstock.com; 967; 71/29; 68.66
24. Gap; 967; 70/30; 67.69
25. Office Depot; 883; 75/25; 66.23

Bu tablodaki markaların büyük bir kısmı global markalar ve global pazar içinde ABD ağırlığı düşünüldüğünde, yine ingilizce gürültünün pazarlar üzeri erişiminin yüksekliği gözönüne alınınca çıkan "doğal" uğultunun global başarı ile paralel olması beklenir. Bu listeyi Interbrand'in 2009 listesi ile karşılaştırdığımızda ise şöyle bir durum ortaya çıkıyor:



Demek ki marka büyüklüğü ile uğultunun paralelliği gibi bir varsayım doğru olmayacak. Şimdilik. Gelişmelerin takipçisi olacağım, çıkan gürültü ile marka değeri arasında olumlu bağlar görürsem söylerim.

Perşembe, Eylül 03, 2009

Burnunuzun dibini göremiyorsanız...

Daha önce övdüğüm GS'ın iletişim nosyonu kazanması iddiamın tam tersini Ali Saydam bey Marketing Turkiye'de yazmış. Sağolsun Ege söyledi de okudum. Kendi adıma onun gibi "camia" içinden biri değilim, arkadaşlarla yemeklerde "Adnan", "Yiğit" dedikoduları yapmıyoruz. Dolayısı ile resesyondan ve yaz tatilinden fazlaca boşluğua düşmüş, nasıl vakit geçireceğini bilemeyen liseli patron abilerimizin ne düşündüğünü bilmiyorum. Zerre de ilgilenmiyorum. Ama koskoca ve saygı duyulası bir iletişimcinin ve bir Galatasaraylının böyle bir yazı yerine 2288 projesi üzerine bir yazısını okumayı tercih ederdim. Çünkü benim bildiğim ilk entegre sportif marka kampanyası bu. Bir yandan meraklandırıcı (teaser) lansman süreci, diğer yandan satışa sunulan mor formalar, gayet yeterli (iyi demiyorum) bir internet sitesi... Bunu "Adnan" mı yaptırmış ola?

Bana soracak olursanız, ben Yiğit Şardan'ın çok bile burnunu soktuğunu düşünüyorum klübe. Sadece iletişimi yönetsin, proje üretsin... Basın toplantılarına çıkıp futbol konusunda caka satmasın, GS'ın yüzü olmasın istiyorum. Naçizane.

Bildiğim kadarı ile zaten ajans işlerinden oldukça uzaklaşmış ve enerjisini GS'a kanalize etmiş. Belki de hırsından ötürü bizim bilmediğimiz büyük "cinlik"ler peşindedir ve yönetim bunlara direnç gösteriyordur. (Ki etsinler. Lütfen. Onun cinlikleri meşhurdur.) Belki o yüzden Ali Bey'in kulağına serzenişleri uzanmıştır. E onlar da aynı sektörün iki devi, dayanışmaları normal...

Doğrudur. GS'ın markalı ürün satışları FB'den kötüdür. Kombine satışları ve hat satışları da. Ancak bunun sebebi "kötü yönetim ve Yiğit Şardan'ın ipleri eline alamaması" değildir. Yine de bir cücük olarak profesyonel Ali Saydam Bey'in yazamayacağı şekilde, yapıcı bir iki bedava görüşle bu sorunlara değineyim.

1. Statın yok. Kombinen tabi ki FB'yi yakalayamaz.
2. Hırsın yok. FB taraftarı başarıya aç, aç insan yemeğe saldırır. GS taraftarı tok. Onları hırslandıracak, markayla aşklarını tutkulu sürdürmelerini sağlayacak havuçlara ihtiyaçları var. 2288 bu anlamda çok zekice ve iyi bir iş. Bir "gurur hikayesi" (pride of ownership) yaratan, son derece stratejik bir proje. Düşünenin alnından öperim. Nitekim mor forman satıyor mu satıyor. Niye sattığını iyi analiz et, o formayı giyenlerin ne dediklerini dinle. "Rakipleri de böyle morartıcaz" içgörüsünü anla.
3. Tasarım değerin yok. Fenerium öyle ya da böyle daha yaratıcı ve yenilikçi bir yapı. Kendimi bildim bileli GSStore gezdikçe sıkılırım. Senin taraftarını anlayan bir tasarım ekibin yok. Otur bir araştırma yap. Karbon kopya gibi üç takımda da aynı ürünler satılmasın. Atıyorum, özel bir ayakkabı yap ama Maclaren'le yap. Madem Türkiye'nin en "aristokrat" klübüsün, premium bir şeyler yap.
4. Şu fakir algısını yok et. Formam satmıyor, statım bitmiyor, futbolcum para almıyor mevzuunu taraftarına yansıtma. Onların "Bu klübü ben mi taşıyacağım" demesine engel ol. Çünkü bu düşünce onların alışveriş keyfini bozar, istedikleri için değil yardım amaçlı alışveriş yapma alışkanlığı uzun vadede satışları mahveder. İnsan kendinden üstüne hayranlık duyar, aciz marka duruşu geçici bir taktik olarak işe yarar ama strateji olamaz.
5. Demokrasi anlayışını yansıt. FB gibi bir diktatör, BJK gibi bir prens tarafından yönetilmeyen, demokrasi alışkanlıkları en güçlü klüpsün. Diyarbakır'ın da İstanbul kadar gözbebeğisin. Bunun anlamını iyi analiz et. Işık ol.

Salı, Temmuz 14, 2009

Merakla ve şüpheyle beklediğim film


Art&Copy reklamcılık ve yaratıcılık üzerine bir belgesel film. Sundance'de gösterime giriyormuş. Bu noktada kafamı karıştıran da bu.

Sundance adını duymasam, bizim 2001 krizi sürecimiz aklıma gelir ve Amerika'da da reklam endüstrisinin krizde düşen cirolar nedeni ile bu tip bir belgeseli kendisinin finanse ettiğini gözüm kapalı iddia edebilirim.

Bizde de hala var ya, basın patronları odası ilanı mesela... Aynı mantıkta "Krizde reklam yapın" baskısı.

Ama işte o zaman ne bu ismi koyarlardı, ne de Sundance'ten işe başlarlardı. Yoksa gerçekten iyi bir belgesel mi bizi bekliyor... Hani içinde özeleştiri tohumları da olan, hani şekil değil de içeriği güçlü... Hı?

Bu arada filmde göreceğimiz efsaneler. (bendeki efsanelik sıralarına göre)
Cliff Freeman
George Lois
Jeff Goodby
Rich Silverstein
David Kennedy
Dan Wieden

Daha kimler kimler... Bir Cem Topçuoğlu eksik :P

Cuma, Temmuz 10, 2009

İroni

Evet, Office kullanmak her zaman insanın yüreğini ağzına getiren bir macera olmuştur. Hele ki "şunu da yazayım da dosyayı kaydedeyim" dediğin o anlarda kilitlendiğinde...

Perşembe, Temmuz 09, 2009

İntiba


Bunu giymiş bir erkek görseniz ne düşünürsünüz?
- Genç ve becerikli bir aile babası ve motor sporlarına meraklı bir çevreci olarak önce güvenlik diyen bir maceraperest.

Var mı böyle bir insan evladı yahu... Yoksa eğer, bu markalar yanyana gelince ortaya bir sinerji değil bir şizofreni çıktığını farketsinler. Babasına özenip traş bıçağını eline alan erkek çocuğu gibi olmuş. Mış gibi olmuş.

Audi'liden piyano dersi verilir

Co-branding döneminin ne zaman nasıl başladığını tam bilmiyorum ama benim hatırladığım ilk "vay be" örnek Mercedes ve Swatch'un çocuğu olan Smart'tır. Ama bence Nike+Apple işbirliği ile ortaya çıkan Nike+ projesi co-branding'in altın çağının zirvesiydi. Bu iki seksi markanın sevişip bir de çocuk doğurması pek çok tüketim aşığını mutlu etti, gözlerini doldurdu. Bu güzel sevişme pek çok ikonik markanın da kısmetini açan bir gelişmeydi. En önemli örnek olarak, Samsung kapı komşusu LG'yle kol kola İtalya'ya gitti, biri Armani'yi öbürü Prada'yı tavladı.

Neyse. Örnek muhtelif. Uzun uzun saymanın alemi yok. Ama orada çok önemli bir ayrım noktası var. Bu birlikteliklerin bazılarında yepyeni ve inovatif bir bebek dünyaya geldi ve bu bebekler kendi kategorilerinin kurallarını altüst etti. Google ve HTC'nin Android'i yaratması gibi. Bugün, bir rivayete göre Nokia dahil, pek çok telefon üreticisi kendi Android modellerini tasarlıyor. Bir nevi Absolut-Red Bull gibi anne ve babasının iyi yanlarını taşıyan lezzetler ortaya çıkıyor bu birlikteliklerde.

Bir kısmı da sadece bir marka iletişimi çerçevesinde değerlendirilebilecek ve bir markanın diğerinin uzmanlığını kendine devşirdiği birliktelikler; Dolce Gabbana-Motorola işbirliği gibi.

Bu co-branding modası en çok tasarım yetenekleri güçlü markalara yaradı ve hepsi kendi tasarım ekibinin üzerinden yepyeni iş alanları yarattı: Philips Design, Porsche Design, Swarovski gibi...

Şimdi bu güzel dönem bence sulandı. Hele ki şu iki örneği görünce ne demek istediğim daha net ortaya çıkacak. Buyrun size Bösendorfer'e ait iki ayrı piyano tasarımı:

Bu Porsche Design'dan:


Bu da Audi Design:


Yani. Dış görünümleri hariç teknik olarak aralarındaki farkları anlayıp takdir edecek birikme sahip değilim ama bana biraz yüzeysel geliyor bu çabalar.

Porsche Design ayakkabıdan trenlere kadar geniş bir yelpaze içinde üretim yapabilen bir stüdyo ama sonuçta bu adı taşıyan her ürün tek bir Porsche algısından güç alıyor ve o algının kaynağı da ayakkabı değil otomobil. Ki keza Audi Design için de bu geçerli. Dolayısı ile bir piyano üreticisinin her ikisi ile de çalışıyor olmasının farklı uzmanlıklarla ilgilenmekle ilgisi pek yoktur bence. Tek bir amaç vardır: İyi bir marka iletişimi yapmak.

İşte bu içeriksiz ama şekilsel iletişimler beni öldürüyor. Mecra ne olursa olsun.

Perşembe, Temmuz 02, 2009

Türk olmakla ilgili temel sorunum

Bu kadar büyük bir başlık ardından İstanbul trafiğinden bahsedecek olmam biraz utanç verici olabilir. Ama bir yerden başlamam lazım.

İstanbul'a üçüncü bir köprü yapmak bazıları için kötü bir fikir olmayabilir: Şu kriz günlerinde istihdam yaratmak, garip yapılaşmış Ümraniye, Sultanbeyli gibi kamburların şehirle daha akışkan entegrasyonunu sağlamak, Marmaray projesi ile yetinmeyip İstanbul'un 2020'lerini düşünerek proje yaratmak...

Konuşsa aklı başında birileri benimle, ben bile ikna olabilirim. Köprü güzergahındaki yeşil alanların birinci ikinci köprü gibi rant amaçlı olarak tanal edilmeyeceğine, artık yok olmuş İstanbul Ormanları'nın son ağaçların kesilmeyeceğine, projenin ağaçları değil kaçak yapıları yıkarak inşa edileceğine inansam...

Ya kimse beni buna inandıramayacağı ya da kimse bana bu kadar saygı duymadığı için ikna süreci başka işliyor bu memlekette.

Bir anda çağ dışı bir bakım onarım anlayışı peydah oluyor. Bu köprüye yıllardır bakım-onarım görmüyor mu ki? Bu ne otomobil gibi 100 bin km bakımı filan mı bu, sadece geceleri değil, gündüzleri de sürmek zorunda? Son ana bırakıldı da bir ay içinde bitmezse köprü mü yırtılacak?... Sanırım yine kimse bana bir şeyler açıklamaya tenezzül etmeyecek.

Bu acaip durum başladı başlayalı, gününün beş saatini yollarda geçirmeye başlamış biz İstanbul zavallıları biliyoruz ki, tüm bunlar bizi 3. köprünün gerekliliğine ikna etmek için. Sesimizi bile çıkarmayalım diye, bu bir aylık süreçte o kadar acı çekmiş olalım ki yeni bir köprü fikri bize iyi gelsin diye.

İşte hikaye buradan başlıyor.

Çünkü bence haklılar, çünkü biz zorbalık kültürünün, sadece zorbalıktan anlayan çocuklarıyız.

Bu ülke ile ilgili şikayet ettiğiniz her şeyi düşünün. Hakkını alamama, adaletsizlik, kabalık, dışlanmışlık... ne gelirse aklınıza. Hepsinin kökeninde bir "zorbalık" bulacaksınız. En özel sorunlarınızda da bir zorbanın zulmünü göreceksiniz, dönüp en tepelere baktığınızda da... İşte o yüzden "asimetrik" kavramını daha çok duyar olduk. Asimetrik güç kullanımı, asimetrik psikolojik baskı... Asimetrik demek güç ve imkanları eşit olmayan iki gücün eşitmişcesine karşı karşıya getirilmesi ve bir tarafın tamamen çaresiz biçimde bırakılması(diye anlıyorum ben).

Yani bir başbakanla bir çiftçinin, bir mahalle ile başı açık bir genç kızın, bir üniversite yönetimi ile başı kapalı bir genç kızın, bir Halk Otobüsü ile bir minik otomobilin, bir polisle bir öğrencinin, bir çalışanla ile bir patronun, fakirle rantçının... Bu tür durumlarda taraflardan biri kendini hep çaresiz hissedecektir.

İşin ilginci, güçlü taraf için de o zayıf tarafın tekil ve güçsüz görülme ihtimali yok. Yani güçlü taraf da şeytani bir kötülük içinde olduğu için zulmetmiyor. hepimizin çok iyi bildiği tanıdığı bir ruh haline giriveriyor; onlar provakatör, onlar bölücü, onlar şeriatçı, onlar rüşvetçi, onlar ahlaksız.... Ama "onlar". Onlar çoklar ve onlar iktidarlar (yönetimdeler anlamında).

Makro neyse mikro odur. Bu şekilde her birimiz kah zulmederek kah zulüm görerek yaşayıp gidiyoruz. Ben buna mazlum-zalim sendromu diyorum.

Bize barbar deniyor olmasının hiç bir kökeni olamaz mı sizce? Barbarız demiyorum ama hala barbarlıkla ehlileştiriliyor ve onunla yaşamaya ses çıkarmıyoruz. Bunu nasıl ve nereden öğrendiğimizi ben bilmiyorum.

Peki sürekli "Türk olmayanlar" tarafından yok sayılıyor gibi hissetme ve sürekli bir dikkat çekmeye, onay almaya çalışma halimiz genetik bir bozukluk mu? Yoksa basit mi mazlum, ezik psikolojisi mi?

Bunu da bilmiyorum. Ama bu mezalim hali bana artık fazla tehlikeli gelmeye başladı. İyi bir insan olduğum için ya da medeni olduğumdan değil. Bu kurallarla yaşayamadığımdan... Metrobüse binmeye çalışırken dayak yiyip asla binemediğimi farkettiğim için; ben vergi cezalarımı popomu yırta yırta bin katı öderken bile memurlardan azar işitirken, yanımdaki kodamanın iki dakika ayak üstü numaralarla cezasını affettirebildiğini ve iltifatlarla o daireden nasıl çıkabildiğini anlayamadığım için; kriz baskısı ile arkadaşlarımı daha az paraya daha çok çalıştıran patronların, bu krizden karlı çıkmaları nedeni ile primleri toplamalarını gördüğüm için; beş saatimi trafikte geçirirken yanımdan hızla geçebilen ambulansın gerçekten görevini yapıp yapmadığından şüphe edebildiğim için; o ambülansın peşine takılmaya çalışan itlere küfretmek harici bir şey yapamadığım için.... ve diğer tüm sebepler için.

Tüm bunlar benim de bu kültür için kendimi mazlumlaştırmama ve "onlar" psikozuna girmeye başlamama neden olacak diye korkuyorum. Açıkçası mazlum-zalim olmaktan korkuyorum.

Çözüm önerim var mı? Cılız ve çok "tekil" ama var. Kendi adıma artık kendime ne kadar güçlü olduğumu ve neler yapabileceğimi sürekli hatırlatacak bir düzen içinde yaşamaya çalışacağım. Beni aşağılayan ya da küçük hissettiren şeyleri tek tek eleyip yok ederek. Böylece mümkün olduğunca, yapabildiğim kadar, zalim motifini yok edeceğim hayatımdan. Zalimlerden uzak durup kendim gibi zulüm yapma eğilimi olmayan herkesi de güçlü hissettirecek bir tutum takınmayı da bir sosyal sorumluluk olarak kabul ediyorum.

Koçsunuz siz, kralsınız, süpersiniz :)

Perşembe, Haziran 18, 2009

F1'in kazanan markaları


Bu yıl sıralama turlarında İstanbul Park'taydım. Yarışın ve pistin oldum olası sürekli-değişecekmiş-gibi-duran-adlarının-son-sürümünde bir ING var ama nerede nasıl hala ezberleyemiyorum. F1 Turkish Grand Prixing değil, bir ona kefilim.

(İşbu resimde en sağdaki arslan yerini beğenmemiş ve çatpat Türkçesi ile kendini ifade etmeyi becememiş olacak ki "ağzı düşmüş" biraz.)

İşin doğrusu ben ne WRC, ne Nascar, ne F1, ne Le Mans, ne de PlayStation yarış oyunlarından anlarım. Anlamam dediğim, hepsi bana birer dev ARGE operasyonu gibi gelir ve işe buradan bakarım. Yoksa takımları, şöhretleri ve sonuçları beni çok fazla heyecanlandırmaz. F1 ise tüm Avrupalılığı ile en sofistike ve iyi tasarlanmış yarıştır bence. Her şeyin en iyisi (high-end) oradadır; basının, eğlencenin, tasarımın, motorun, teknolojinin ve pazarlama araçlarının.



Bu müthiş pahalı oyunun yapı taşları bu yüzden benim için de incelenmeye değer. Ben de Türkiye Bridgestone ekibin carluvr takipçileri için yarattığı ve son derece "meraklısına özel" davetini Yalçın sayesinde kaçırmadım ve paddock havası aldım. F1 geleneklerini ve terminolojisini pek bilmiyorum, o yüzden cehaletimi mazur görün. (Hatta o gün bir ara Raikkonen'e Hakinen dedim, Yalçın kulaklarına inanamadı. O kadar.)

F1'in pazarlama açısından en ilginç özelliklerinden biri çok gerçek hayat dışı bir marka rekabeti yaratması. Yoksa gerçek hayatın hiçbir alanında Red Bull ve Ferrari markalarının birbirine diş bilediğini göremezsiniz. Ya da düzenlenen Porsche Mobil 1 Supercup için yarışan Porsche'lere dudak büküp bir an evvel pisti boşaltmalarını bekleyen kalabalıkları. F1 saf bir PR operasyonu aslında. Ve bu PR operasyonun kalbi pist değil, Paddock ve arkası. O alana girebilen seçilmiş kişiler, takım tırları, garajlar, pavyonlar, herkesle fotoğraf çektiren pilotlar... İşte orada marka olarak olmak önemli. İsterseniz Pit'te takımların ayağındaki ayakkabısı olun, isterseniz servis edilen şampanya ya da oradan canlı yayın yapan BBC ekibinin kullandığı kamera... Ama orada aktif olmak birinci sınıf marka olmak demek.





(Bu noktada F1'i terketmek zorunda kalan ve şu an muhtemelen Brown GP takımını izlerken iç çeken Honda için bir dakika üzülelim.)

Bu yüzden ne olursa olsun kimse artık Bridgestone'un eline su dökemez. Bu yüzden Porsche ne yaparsa yapsın Ferrari'yi alaşağı edemez. Bu yüzden Red Bull rakipsiz... Bu yüzden Fila hala yaşıyor...

Hepsinin rakipleri de milyonlarca dolarlık ARGE yaparken F1 markaları milyonlarca dolarlık ARGElerinin PR'ını da kolayca yapabiliyor.

Ne diyeyim... Teşekkürler Bridgestone. Sayenizde o PR azınlığının bir günlüğüne dahi olsa parçası olduk.

2016 Olimpiyatları

Olimpiyat logosu yapmak zor iş. Organizasyondan en az 5 sene evvel bitmeli o logo. Logoyu tasarlarken de iki stratejik alternatif var; ya kendini güvenceye alıp klasik bir logo yaratacaksın ya da cesur olup bugün kitch görünme riskini alıp 5 sene sonrasının grafik tasarım normlarını ve trendlerini öngörmeye calisacaksin.

2012 Londra öyle bir logo:


Lanse edildiğinde çok tepki alan, 2008 sonunda Pekin'deki kapanış töreninde ısınmaya ve anlamaya başladığımız, muhtemelen 2012'de seveceğimiz bir logo. Zamanının dışında ama zamansız (klasik) değil.

Şimdi bu gözle 2016 adaylarının logolarına bakalım.

Karşınızda Madrid:


Madrid'in internet sitesi ve tanıtım videoları burada

İşte Rio:

Rio'nun grafik konsept önerisi:


Tanıtım videosu da siteden izlenenebilir. Buyrun.

Chicago'nun sitesinden de göreceksiniz, tabi ki çoook Amerikan bir yaklaşımdalar:

Filmler filan yine bi magrur bi magrur...



Tokyo'yu da hiç anlamıyorum, o kalabalıkta o sıkışıklıkta nasıl olacak da olimpiyat yapacaklar ama...


Sitelerin tasarımlarını tartışmayacağım, çünkü önümüzdeki 5 yılda 5 kez değişir o tasarımlar dijital dünya bu hızda gelişirken, ama logolar önemli, çünkü onlar değişemez. Olimpiyat seçim komitesinde olsam, grafik tasarımdan anlamadan ahkam kesme görevim olsa, üstüne komisyon da benim kararımdan çok etkilenip bana uyacak olsa şu dört logodan...

Sanırım Tokyo'yu seçerdim. Çünkü diğerleri ne "gelecek" vaadetti bana -hepsi fazla bugünde ve hatta dünde yaşıyor-; ne de klasik olabilecek kadar ortak zevklere konuşuyorlar. Biraz belki Chicago bu kadar "Amerikan" olmasa klasik sayılabilir ama o da o kadar mağrur ki insanda tepki uyandırıyor. Tabi eger Obama 5 sene içinde dünyayı değiştirip herkesi kendine aşık ederse başka.

Ama Tokyo tam bir klasik. Alışkın olduğumuz renkler, dokunuşlar... Sakin ve dingin bir tipografi... Akılda kalıcı ve Tokyo'ya yakışan bir tasarım fikri... Simetrik değil, dengesiz değil... Kolay kavranıyor ama kolay tüketilmiyor... Beğendim açıkçası.

Çok irite eden bir alternatif olsa 2012 deneyiminden hareketle onun da şansı var derdim ama bir Rio yaklaşmış o potansiyele... Onlar da yeterince cesur değiller gibi geldi bana. Sitesine ve grafik konsepte bakınca da emin oldum. Yok yok yetenekli ve cesur değiller, sadece kötü bir tasarım yapmışlar...

Çarşamba, Haziran 17, 2009

Futbol iletişimi

Koyu GSlıyım. Bu da tarafsız bir metin olmayacak. Baştan söyleyeyim.

İki senedir GS'ın sessiz bir iletişim devrimi yaptığını düşünüyorum. Bu, yönetime Yiğit Şardan isminin katılması ile direkt ilintili. Yanlış anlaşılmasın, YŞ'ın bir iletişim dehası olduğunu söylemiyorum ama bir nosyonu olması bile GS markasının daha sağlıklı iletişim yapan bir marka olmasına yetti ve rakiplerinden bu alanda farklılaşmaya başladı.

Pek çok -sportif olarak nafile ama iletişim açısından önemli- adım attı klüp. "Çıldırın" marşından, Işıl Alben personasına; Rijkaard harekatından, Kewell PR'larına... Diğer klüplerin aklına bile gelmeyecek ince stratejiler bunlar.
Çünkü diğer klüplerde kültürü taraftar yaratıyor ama GS'da artık kültürün kemendi yönetimde.

Tüm kararlarda artık "global liderlik" vizyonu da aktif biçimde değerlendirmeyi etiliyor. Niye Kewell mesela, tek özelliği iyi futbolu mu? Hayır. Kewell'ın Avusturalya'ya her gidişinde yaptığı söyleşiler ve o kıtadaki etkisi önemsenmedi mi dersiniz... Hiç sanmıyorum. Şu reklam size kewell'ın GS için rolü konusunda bir fikir verecektir:


Diğer klüpler birbirine girerken, aldıkları yapancıların suratına tükürülmeden göndermezken ve başkanları jetleri, egoları ile taraftarın üzerine üzerine yürürken GS yönetimi bu kez karmaşadan ve kavgadan uzak. Artık daha mütevazi, daha profesyonel, daha az kendini haklı çıkarma gayretinde, daha başarıyı paylaşan hatayı kabullenen bir tavırda. Özetle, çok daha "akıl"cı. Hata yapmıyorlar mı? Gırla... Mesela federasyon kavgası da bir iletişim taktiği dahilindeydi ama ters tepti. Ama strateji bundan etkilenmedi ve günün sonunda lig alkışlanarak bitirildi.

Sonuçta çok büyük skandallara yol açabilecek stat inşaatı bile artık gündemden düşüyor, kimse Cevat Güler'e kıydılar diye klüp taşlamıyor. Bir obamavari optimizm sardı GS camiasını, herkes güveniyor, herkes umutlanıyor...

Bu iletişim açısından çok ciddi bir başarı. Hele ki ROI açısından tam Effie'lik :)

Sportif başarısı ve Fulya projesi ile şahlaması gereken Beşiktaş hala Fenerbahçe'nin öfkesinde yaşıyor. Fenerbahçe'nin tek sermayesi taraftar inadı zaten. Taraftar güveninden değil inadından yönetimi sırtamayı ve tolare etmeyi sürdürüyor. Ama öte yanda en borçluları, ligi en geride kapayanları, en küçük statlıları ha babam gülümsüyor.

Bu Rijkaard hamlesi ile sadece iyi bir teknik ekip değil Uefa nezdinde de müthiş bir kredibilite satın almış klüp, bir aksilik olmazsa bir kaç sene içinde yine finansal olarak da liderliği kapacaktır.

Bu arada ingilizce Wikipedia'da Türk takımlarının sayfalarına birer birer bakın derim. Yıllar öncesinden kurum kültürünü egoların önüne koyabilmiş olmanın ve "tutku" değil vizyon peşinden gitmenin getirisi orada daha net görülüyor.

Tüm diğer klüplere saygım sonsuz ama demek ki "okul" olunca "ekol" de oluyorsun ister istemez. Liseli değilim ama lisenin kültür için ne kadar önemli olduğunu kabullenenlerdenim.

Cuma, Haziran 12, 2009

Çok mu geri kafalıyım?



1977 yılında bu ay yayınlanmaya başlayan Mesaj isimli Türk reklamcılık dergisi olduğunu biliyor muydunuz? Attila Öğüd editörlüğündeki bu dergiyi elime AFK verdi, aslında sektörün geçmişinin ne kadar onurlu olduğunu görebilmem ve birbirinden şahane Ferit Edgü yazılarını okuyabilmem için. Ancak bir diğer amacı da sektörün ilerlemekten ne kadar uzak olduğunu görüp bu konudaki ümitlerimi yitirmem de olabilir. Bilemiyorum.
Ancak ikinci ve üçüncü sayılarda yer alan şu iki baş yazıyı paylaşmaktan kendimi alamayacağım. Umarım rahat okuyabilirsiniz.

Çarşamba, Haziran 03, 2009

Salı, Haziran 02, 2009

Editlendi: "Daha" dedikçe daha da batan GM

Çaresizliği görür görmez tanıyabilir misiniz? AdAge'deki bu videoyu izleyin. Kamulaştırılan GM'in neden adam olmadığını ve olamayacağını ortaya koyan ve kapitalizmin yumuşak karnını cillop gibi gösteren bir video bu.

Hala daha yeşil, daha güçlü, daha hızlı peşinde GM. Hala "daha"sının peşinde. Her şeyi çok yanlış anladı GM. Ve bu yanlış anlama içinde de milyonlarca dolar harcamaya devam ediyor. Olanları hala "dış faktörlerle" sebeplendirmeye çalışıyor.

Hala gaza getirmek, hala "vallahi billahi" demek durumunda, hatasını bile yanlış anlamış durumda.

Bir marka kendi çaresizliğinin iletişimini bile bu kadar çaresizliğini sergileyecek şekilde yapabilir mi?

Yazık.

Bir önerim var, Türkiye cumhuriyeti GM'den yarım milyon otomobil alsın. Ve o otomobiller uzaktan kumandalar yardımı ile mayın tarlalarının üzerinde mayın imhası için dolaştırılsın. Hem GM hem de bizim için çok karlı bir iş olur. Herkes kurtulur.
Aksi halde hangi aptal GM markalarına ederini verir bilmiyorum.

Bu kampanya için yapılmış işe yaramaz şu site de bana acıklı geldi.

(GM kelimesi yerine Microsoft da koysak uygun oluyor. Hepsinin sonu aynı olacak sanki.)

Buyrun GM kampanyasının bir makarası (spoof):


ve Microft'un da aynı yamuk kafada olduğunun ispatı. Bingmiş. Peh!

Cuma, Mayıs 22, 2009

Reklamımdan film olur mu? - "Movie placement"


Hayatımda izlediğim en hayal kırıklığı filmlerden biriydi Jet lag isimli, Juliette Binoche&Jean Reno filmi. İki oyuncunun da kariyerinin en parlak dönemiydi, ikisi bir araya gelmişti, film Paris'te geçiyordu... ancak filmi izleyince bunun 90 dakikalık pahalı bir Hilton reklamı olduğunu anladım. Paris Hilton. İsim benzerliği. Seviye de benzer.

Filmde baş rol kesinlikle otelindi ve hikaye otelin her yerini gösterebilmek üzere zorlamalarla doldurulmuştu. O an ürün yerleştirmenin sınırını aşıp film yerleştirme haline gelebildiğini gördüm. Bu filmin ardından ürün yerleştirme sınırını aşan filmlerden, dizi ve programlardan uzak durmaya çalışıyorum. Jimmy Kimmel'ın aşağıdaki videoda bahsetti Grey's Anatomy'den mesela.

Lakin medya olanakları arttıkça, zerafetten nasibini almamış bu marka yönetimi anlayışları yayıldı. Neden anlamıyorum. İdeal dünyada, bu aşırı kullanımların ters tepmesi ve soyunun tükenmesi gerekir. Bir şekilde dengenin bulunması... Ancak demek ki bu iğrençlikler bile pozitif etki yapıyor ki insanlar hala bağlayıcı (engaged) iletişim yerine kesici(interrupter) iletişim yapabiliyorlar.
Nitekim bu kötü alışkanlık internet mecrasına da bulaştı. Ancak bu kez baltayı taşa vurduklarını tahmin ediyorum. Çünkü gönüllü tüketilen bir mecra olan, dolayısı ile tüketenin kontrolü elinde tuttuğu internette bağlayıcı içerik esas. İnsanlara zorla saçmalık izletemiyorsunuz. Ya da sinemada olduğu gibi bolca reklamla insanları salonların önüne yığıp parayı da peşin aldıktan sonra, 90 dakika açı çekiyor olmasını ya da salonu terkedenler olmasını umursamamak gibi bir şansınız yok. Mecbursunuz. Eğlendirmeye ya da etkilemeye ya da kaliteli olmaya ya da şaşırtmaya...

Belki ben anlamadım ama Dior gibi "zerafet" timsali bir markanın aşağıdaki işi yapması beni bir kez daha hayal kırıklığına uğrattı. Marion Cotillard'ın oynadığı (yardımcı kadın, esas kadın bir çanta) ve Dior'un çantaları için yapılan bu webisode projesinin ilk filmi The Lady Noire Affair'i site üzerinde izlemeye çalışırken ölecektim sıkıntıdan. Arayüzde bir durdurma ya da ileri atlama gibi bir şansım olmadığı için de acı çekerek sonuna kadar izledim. O kadar acı çektim ki kayıtsız kalamazdım. Siz de aynı acıyı çekmeyin diye tanıtım videosu(trailer) bu:

Acı çekesi olanlar için de site bu:

Sabırlar diliyorum.

Salı, Mayıs 12, 2009

Brief yalanları #1

Bir dizi giriş yazacakmışım gibi görünüyor, sonuna "#1" koyunca ama bu bir söz değil. Sadece kendimi motive etmenin yolu. On yıllık reklamcılık hayatımın en önemli mücadelesi olan "Tek cümlelik marka mesajları, tek kelimelik marka özleri bir markanın esası olamaz. Bu kavramlar endüstriyelleşen reklamcılığın en büyük gimikleridir. Tek (unique anlamında)olması gereken markaların kültürleridir, o kültürün de pek çok besleyeni ve girdisi vardır." deyip dururum, bilen bilir. Teorik olarak bunu dememin nedeni basit; kavramlar nesneler gibi değiller. Raha rölatif bir durumları var. İçinde bulundukları kontekste ve hatta zamana bağlı olarak anlamları evrilir. "Sıcaklık" deyince mesela... Mayıs sıcaklığı başka, anne sıcaklığı başkadır. Ama bir Akdeniz kültüründen bahsederken, bu sıcaklık anlamı daha somutlaşır, içi dolar. Demek istediğim bu, markanın kültürü markanın habitatıdır. O olmadan öz olmaz. Aslolan-belirleyici olan bu habitat, bu iklimdir. Örneğin VW Polo ile Volvo markalarının "güvenlik"i aynı güvenlik; Pepsi, Absolut (ki ikisinin de ajansı TBWA/Chiat Day) ve Toyota'nın "optimizm"i aynı optimizm olamaz. Adidas'ın "Impossible is nothing"i ve Honda'nın "Power of dreams"i iki ayrı marka mesajı mıdır gerçekten? Gerçekten bu iki cümle Honda ve adidas kadar birbirinden farklı mıdır?..
Bunlar, bu tek cümle-tek kelimeler dünyanın dörtbir yanında on binlerce kişiyi çalıştıran global ajansların birbirleri ile iletişim kurabilmek için geliştirip standartlaştırdıkları bir ortak dildir. Ancak bu ajanslar o kadar işleri içinde hırslanmışlardır ki bu iç iletişim malzemelerini, birer marka değeri olarak müşterilerine havalı havalı pazarlamış ve sonra kendi yalanlarına kendileri bile inanmışlardır. Biz; gerizekalı olduğunu belli etmemek için inek öğrenci ve özgüvensizliğini makyajlamak için batı hayranı Türk reklamcıları da bu kavramlara tapar hale gelmişiz. Çoğumuz, sırf kafamızdaki kalıplara uyduğu için bazı reklamları beğeniyor, o kalıplara sığmadığı için de bazılarını eleştiriyoruz. Cadbury's Gorilla, tek kelime ile "haz"zı anlattığı için mi bu kadar iyi iletişim? Tek marifeti bu mu? Marka eşittir haz mı? O zaman Apple reklamlarında neden bu kadar çok ürün özelliği anlatıyor? Neden bir nevi testimonial yapıyor? Kötü mü? Yanlış mı?
Onitsuka Tiger'ın marka özü ne? Nike'ın tek cümlesine ne oldu?

Obama, 11 Eylül'ün ardından yapılan seçimlerde çıkıp "We can change" dese, kim dinlerdi?

Keramet o tek kelime ya da cümlede mi?

Bence değil. Reklamın odaklı olması ile "tek cümlelik mesaj" taşıması arasında fark var ve o fark çok belirleyici.

iyi reklam, bir marka kültürünü küçük dozlar halinde, sindirilebilir hale getirerek yansıtır. Bazen bir kavramla, bazen bir faydayla, bazen bir duyguyla, bazen bir içgörü ile, bazen "tek cümlelik bir mesaj" ile ve hatta sadece doğru anda doğru bir duruş sergileyerek... Ama her zaman o kültürden beslenerek, o kültüre ekleyerek.

Cadbury's iyi bir reklam yapmıştır, çünkü Cadbury's aslında o reklamla yeni bir sayfa açmıştır. Nike'ın tek cümlesi yoktur, çünkü Nike'ın artık üretiminden büyük ve ürünler ötesi bir dev kültürü oluşmuştur ve o kültür bir "oyun" kültürüdür.

Şimdi soruyorum: aşağıdaki film ne kadar "hız", ne kadar Golf ve ne kadar VW? Kalıplarınıza zahmet olmazsa bakın bakalım... Naçizane, ben Golf ve hatta VW marka kalıplarına pek de uymayan çok acaip bir şey görüyorum bu filmde. Ben filmi beğeniyorum, kalıplarım beğenmiyor. Kalıplarıma kapı açık diyorum. Hadi çık.


Pazartesi, Mayıs 04, 2009

Salı, Nisan 21, 2009

İçgörü yakalamaca


Güzel film, güzel içgörü, güzel fayda... Ama işte artık yetmiyor bana içgörü. Bu kadar dijital bir dünyada yaşayan bir markanın ana markasının web sitesine bakın:

Yıl 1998... Bu da alt markanın sitesi:

Yıl 2001...
İşte ölmesi gereken marka yönetim anlayışı bu. Ajans muhteşem. İş süper. Reklam gıcır ama marka o kadar kof ki yeni dünyaya giremeyip bir önceki nesilde, yani içgörü çağında kalmış. Sadece iyi bir reklam ajansı ile olmaz. Marka sahipleri, ilerleyelim yahu.

Pazartesi, Nisan 20, 2009

Ünlü kullanımında ünü kullanmamak

Bir müşterimiz ilk toplantımızda geçmişte yaptıkları ünlü kullanımından memnun olmadıklarını ve o nedenle bu konuya olumsuz baktıklarını peşinen söylemişti. Ama kader bu ya onlara önerdiğimiz ilk işte ünlü kullanmayı teklif ettik.

Reklamda ünlü kullanırken öncelikli bakmak gereken nokta şudur:

Reklam ünlüyü mü pazarlıyor, benim markamı mı?

Bugün maalesef Türkiye'de hemen hemen tüm ünlü kullanımlarında, ünlüler markadan daha önde bir rol sahibidirler. Marifet onlardadır, sempatik olan onlardır, reklamın tadı tuzu odur... İstisnalar elbette var ama çoğunlukla reklam onların ününün gölgesinde bir markayı meşhur etmeye çalışır. En başarılı ünlü kullanımlarını düşününce göreceksiniz; marka bir "eğlendirici reklam sponsoru" gibi değil, bir aktif oyuncu olunca (oyuncudan kasıt ürünün fonksiyon göstermesi değil, markanın varlığı) reklam daha iyi reklam oluyor. Cem Yılmaz'ın Doritos'ları gibi... Öte yandan aynı Cem Yılmaz'ın Türk Telekom işlerini düşünün... Önce o anlamsız sahne skeçleri, arada -sanırım iki tane- ilk Doritos'a gönderme (spoof) gibi cingöz Kobi işleri, sonra Paris piyesi ve şimdi de vodvil (İngilizce hayranlığımızı hicvettiğini umuyorum)... Hepsinde ürün var, anons var ama marka yok. Bir diğer kötü örnek ttnet'in son (ve tanrım bitmek bilmeyen) gureba kampanyası... Yine ürün var, anons var ama marka Gülse Birsel mi, Özkan Uğur mu belli değil...

İkinci önemli bir nokta daha var:

Ünlü ve markanın imajı birbirini olumlu yönde tamamlıyor mu?

Ajda Pekkan'ı boya reklamında kullanmanın da derinde bir bağlantısı olabilir ama eminim kimse boyanın dayanıklılık özelliğini vurgulamak için Ajda Pekkan'ı seçmemiştir. Seçseler ona göre bir reklam kurgularlardı. Ben bitirme ödevimi bu konuda yapmıştım ve marka ve ünlünün imajlarının örtüşmesi noktasında tüketicinin marka imajını çok daha kolay algıladığını araştırma ile ispatlamıştım. 10 yıl geçti, henüz herhangi bir markanın böyle bir araştırma yaptığını ne duydum ne gördüm...

Bugün bir üçüncü soru olduğunu farkettim, Motorola'nın yeni filmini görünce:

Reklam, ünlünün ünlü olduğu alanı kullanmayabilir mi?

Oyuncuyu oyuncu gibi, sporcuyu sporcu gibi, şarkıcıyı sahnede... Kullanmasak ne olur? Hiç fena olmayabilir. Hele ki elinize yapışmış ünlü artık reklam yosması (tabiri hoşgörün) olmuşsa, çok daha iyi olur... adidas, gillette, Pepsi... Hepsinde sporcu olan David Beckham, LV ve Armani için herkesin hayran olduğu erkek olma özelliği ile bariz biçimde "ünü" vurgulanarak kullanılmıştı. İşbu tanıtım videosunda ise sadece hoş bir kast. Fikir Beckham'ın çok ötesinde ve marka ünlünün önünde.

Ya da filmin güzelliği benim algımı bozdu. Subjektifim. Kim bilir.

Salı, Mart 31, 2009

Microsoft hakkında bu son umarım

Bu reklam bana PC satmalı öyle mi? Saçmalık...
<a href="http://video.msn.com/?mkt=en-US&playlist=videoByUuids:uuids:0bb6a07c-c829-4562-8375-49e6693810c7&showPlaylist=true&from=msnvideo" target="_new" title="Laptop Hunters $1000 &#8211; Lauren Gets an HP Pavilion">Video: Laptop Hunters $1000 &#8211; Lauren Gets an HP Pavilion</a>
Kızın ilk girdiği mağaza neden Apple o zaman? Apple alamadığı için HP alan bir insan olmak mı istiyorum ben hayatta? Ayrıca ben 13" tercih eden bir insan olarak direkt Apple'dan bir Macbook'la çıkmıştım. Keşke burada da aynı fiyat olsa...

CP+B beni acaip hayak kırıklığına uğratıyor. Artık deneyimli bir reklamcı olarak bu tip saçmalıkların ajans değil müşteri kaynaklı olduğunu biliyorum. Kronik sıkıcı markalara iyi iş yapmak mümkün değildir ve bu kriz zamanı da Microsoft'a git denmez... Ama... Yine de... Bu kadar da değil be CP+B... Bari siz yapmayın

Çarşamba, Mart 11, 2009

Egon büyükse viral yapma



Hamilton'un bb'yi (utanarak düzelttim, iphone sanmıştım ben onu) eline alma anına kadar, müthiş bir viral olma niteliğine sahip. Hatta "A keşke bunun aplikasyonu ve rehber bilgileri olsa da ben de yapabilsem" dedirten güzel bir viral fikir. Ofis pisti detayları, oraya kadar Vodafone marka entegrasyonu filan tam tadında. Sırıtmıyor ama o havalı "geek"lerin hangi takımı tuttuğunu da bize işaret ediyor. Oraya kadar tamam.

Ben olsam önce bu kısmını yayınladıktan bir süre sonra gerçek F1 aracı kısmını sıkı bir planlama ile yayardım(ki belki de orijinali öyledir, ben sonuna yetişmişimdir). Ve o kısımda sadece bilenler, önceki videoya ulaşacak kadar öncüller (ki benim o "early adopters" arasında olmamam normal)hedeflenmiş gibi yapardım (ki aslında bu bir pazarlama hilesi, çünkü ister istemez ilkini izlemeyenler, ikinci popüler olunca dönüp izleyecek). Amma karışık paragraf oldu.

İkinci kısımda da Hamilton'a o telefonu o kadar vermezdim, versem de 3-5 metre (lafın gelişi)kullandırtırdım. Çünkü Hamilton da olsa herkes bilir ki o iş fena cesaret ister. Oynadığın oyuncak değil. İşte bu noktada viral gerçekliğini ve samimiyetini yitiriveriyor. Bence samimiyeti olmayan bir fikir ancak komikse ya da fantaziye varacak kadar sürprizli ise viral olabilir. Samimiyetsiz ama gerçekmiş gibi yapan her şey sadece madara olur. Bunun için limit olarak ünlü Carlsberg-Mentos uygulamasını örnek verebiliriz. Spoof gibi duran ama sonunda acaip bir finale varan bir fikir. Samimi değil ama çok sürprizli.

Bu videoda sürpriz ne? Bence sonundaki Vodafone logosu. Ne alemi var o logonun... Bitti işte viral değil artık yaptığın şey, bir internet reklam filmi. O kadar hastasıysan markanın, o kadar büyükse egon yapma viral. Videonu çek, internet sitene koy edebinle. Bu video yayılmaz, yorum ve tıklama alamaz demiyorum, tıklama alır ama reklam olarak alır. Hayata girmez, çok inandırıcı olmaz, tüketicinin hiç olmaz, senin egonun yansıması olarak kalır. Ve sadece ezikler büyük egolara hayran olurlar.

Salı, Mart 10, 2009

Bu akşam Effie var ve ben sektörümden utanıyorum

Reklam etkinliği (AFK'ya göre etkililiği... etkinlik olunca sosyal bir aktiviteden bahsediliyor olmalı)dediğiniz şey, dönüp dolaşıp tüketiciyi ne kadar başarı ile manipüle ettiğinizi gösteren bir kavram. Reklam etkililiğinin etik bir boyutu olmaz ya da reklam etkinliliğinin bir optimumu, hak edişi ya da adaletinden söz edilmez.

Bu ara bunun bir başka canlı örneğini utanarak yaşıyorum. Recep İvedik kısayol kampanyası ile katma değerini sadece popüler fırsatları işaret etmek seviyesine indiren ismi lazım olmayan ajans, şimdi de benim yıllardır gördüğüm en sorumluluk-free işlerden birine girişmiş durumda.

Aşırı kredi satışından kaynaklanan bir global kriz ve ucunda bir global drama yaşıyoruz. Bu drama öyle bir seviyede ki dünyanın en kapitalist kültürü, kendi antitezini yaratmak pahasına, bir umut ışığı yakmaya çalışıyor. Bu umut ışığı Obama isimli bir liderde kemik buluyor. O adam -beğenilim, beğenmeyelim-, -inanalım, inanmayalım- insanları tüketim çılgınlığını durdurmaya, büyüme hırsını bastırmaya ve ihtirasları bırakıp krize karşı direnmeye davet ediyor. Umut vermeye çalışıyor.

Biz ise burada o adamı ticari emellerimize alet edip o krizin müsebbibi kredi satıcılarına para kazandırmaya çalışıyoruz. Krizle mücadelenin şu an tek sembolününü istismar ederek, krizi derinleştirecek bir ürün pazarlıyoruz.

Umutları ciro ediyoruz. Çünkü umut karın doyurmuyor, ama krediler karın doyurabiliyor. Kimin karnını?... Onu sormayın.

Kredi satmayın mı diyorum... Bilakis, ekonomiyi ayakta tutmak için gerekli krediyi satın ama kredi almanın da kullanmanın da bu dönem ekstra sorumluluk gerektirdiği bilincini yayarak satın. Deyin ki, çar çur etmeyecekseniz bu krediyi alın. O beğenmediğimiz, batışına kıs kıs güldüğümüz Citi Group bile Primerica gibi hizmetlerle insanı eğitiyor, kendilerini batıracak finansal kararlar almalarını engellemeye çalışıyor. Enayiliklerinden mi? Onlar mı ahlak timsalim? Hayır. Sadece belki bizden daha gelişmiş olduklarından. Bilmiyorum.

Dümdüz söyleyeyim, bu fırsatçı zihniyet dünyayı daha da batırmak ve umudun içini boşaltmaktan başka işe yaramaz. Çok popüler olur ama işe yaramaz. Peki gerçekten dünyayı batırmaya gücü yeter mi? Teorik olarak elbette bir reklamla kriz derinleşmez, drama artmaz, dünya batmaz. Bunu biliyorum, abartmaya gerek yok. Ama bir reklamla ne olur biliyor musunuz?

Bir tek reklamla insanlar gerçek ile yalan, dürüst ile sahtekar arasındaki farkı göremez olurlar. Bir tek reklamla ahlaksızı yasal, doğal hale getirirsiniz. Bir reklamla dostla düşmanı karıştırtıverirsiniz. Bir tek reklamla sorumluluk sahiplerini cezalandırır, sorumsuzluk edenleri cesaretlendirirsiniz. Bir tek krizle dalga geçen kredi reklamı ile zaten o krediyi geri ödeme niyeti olmayan bir takım ahlaksızların niyetini okşar ve onlara kredi satarsınız. Sonra da o borçları bize ödetirsiniz. Siz de "Reklam etkinlik" değerleriniz ile kendinizi bir takım ecnebilere satar, kazandıklarınızı da alemlerde yersiniz.

Yes you can. Bu akşam Effie'de de başarılı bir gece geçireceksiniz. Çünkü maşallah çok etkilisiniz. Maşallah. Maalesef.

Ne ajansın adını, ne de sözkonusu işi burada adlı adınca anıp onların "etkililik" anlayışını beslemek istemiyorum. Ama çok utanıyorum. Sorumsuz iletişimden. Sanat ve bilim gibi ahlakın da artık ticaretin emrinde olması halinden...

Çok abarttığımı düşünebilirsiniz. Belki de abartıyorum. Ama benim mantığıma göre şu Brezilya'da tecavüze uğramış kızı reklamda kullanarak vajinal jel satmaya çalışmaktan farkı yok yaptıkları işin.

Çok mu ağır söyledim. Yes I can.

Cumartesi, Mart 07, 2009

Lisa Kudrow Vanilla Ice'ın psikiyatrıymış

Bir haber içinde iki beğendiğim sitenin linkini vermek istedim ve mecburen böyle yanıltıcı bir başlık atmak geldi içimden.

Lexus ve Virgin Music markalarının hemen hemen hiç bir ortak yanı yok. Konumlandırmaları, pazarlama hedef kitleleri, marka özleri, rekabetleri, iş alanları, pazarlama hedefleri... hiç ama hiç bir ortak yanları yok. Sanarsınız. Eğer eski kafalı pazarlamacılarsanız.

Malum iletişim artık başka kurallarla yönetiliyor. Sosyal markalar çağındayız. Ve markalar sosyalleşirken sadece kendi gerçekleri ile değil sosyalleştikleri kitlenin gerçekleri ile hareket ediyorlar. Bu kitle markanın hedef kitlesi olarak düşünülmemeli. Kesişim noktaları var ama, bu kitle asıl markanın birlikte görünmek istediği bir kitle. Markanın temsil etmek istediklerini yaşayan bir kitle. Somutlaştırayım en klişe örneklerle; Harley Davidson pazarlama departmanı çulsuz serserileri hedeflemiyor tahmin edersiniz, dünyanın pek çok yerinde 40 yaş üstü kel yapiler hedefte ama marka onlarla birlikte görünmektense, serserilerle sosyalleşmeyi tercih ediyor. Ya da Diet ürünlerin pazarlama hedef kitlesi fidan gibi kızlar değil muhakkak ama şişkolarla birlikte görülmekten de kaçıp duruyorlar. Neden? Çünkü en iyi arkadaşları şişman olan bir zayıflama danışmanına kim güvenir ki?

Neyse. Bir yere konuyu bağlasam iyi olur.

Şuraya bağlayacağım işte.

Lexus da aynı sebeple obez Amerikalılarla sosyalleşmeyip kendi istediği havalı arkadaşları toparlayacağı işbu şapşahane siteyi aktive ediyor. Sitede markayı Oprah'la değil Lisa Kudrow'la biraraya getiriyor. Siteye üye olmak için Lexus sahibi olmak gerekmiyor ama içeriğe bakınca 30larında ve keyifli yaşamayı seven biri değilsen orada takılmayacağın anlaşılıyor. Belli ki aynı kitlede birinin daha gözü var. Başka kim Vanilla Ice'ı, Milli Vanilli'yi hatırlar? Hangi nesil Crazy frog karşısında taş olmuştur? Virgin de sadece üst kalite işlere imza attığından bu siteyi yaratmamış; bu site ile müzik gustosu olanları bir araya getirmeye çalışmıyor. Bilakis zamanında Milli Vanilli'ye inanmış bugün de Lexus'un arkadaşı olduğunu sanacak kadar saf birilerine hitap ediyor.

You talkin' to me?

Salı, Mart 03, 2009

Akşam çayı için izlence

Yeni kahramanım Brigitte Dale. Takipçisiyim.

Microsoft demişken...

Şimdi de Microsoft'a taktım galiba. Ama takılmayacak gibi değil. Şimdi de aşağıdaki videoyu izleyince Microsoft'a yatırılan onca paraya, onca maaşa, onca yatırıma acıdım;
<a href="http://video.msn.com/?mkt=en-GB&playlist=videoByUuids:uuids:a517b260-bb6b-48b9-87ac-8e2743a28ec5&showPlaylist=true&from=shared" target="_new" title="Future Vision Montage">Video: Future Vision Montage</a>
Neden acıdığımı bir kaç maddede özetleyeyim:
1. Videoda gördüğümüz hiçbir şey vizyoner değil. Hepsi bugün de konuşulan, düşünülen, proje halindeki işler. Eğer bir marka "vizyon"dan bahsedecekse dikkatli olması lazım. Vizyon, bugün olmayan bir fikri içermelidir. Aksi halde vizyon olmaz. Microsoft'un vizyonu 2019'da Apple standartlarına ulaşmaksa, vay haline...
2. Hadi başlık 2019 vizyonu gibi bir iddia içermedi diyelim. Bence ikinci en önemli hata donanım konusundaki kafa karışıklığı. İnsanlar teknolojilerin birleştiğinden (convergence) söz ederken; bilgisayar, eğlence ve telefon teknolojileri artık tek cihazda birleştirilmişken kavramsal olarak birbiri ile aynı işi yapan bir sürü farklı cihaz görüyoruz videoda. Farklı olduklarını sadece boyutlarından çıkarmıyorum, deneyimsel olarak da Microsoft tarafından farklı konumlandırılmış olmalarından söz ediyorum. O gazete ne alla'aşkına... Madem öyle dana kadar ve iki elle tutmak zorundasın, haberlere burnunla mı dokunacaksın? daha basit anlatırsam hata şu: gazete cihazı, iletişim cihazı, diagnostik cihazı.... O cihazlar hala bugünün konvansiyonlarını yansıtıyor. Halbuki gelecek şuna izin veriyor: Sen muayene ederken, konu ile ilgili makale ve haberleri tarayabilen ve başka doktorlarla gerçek zamanlı konsültasyon yaparak sana danışmanlık yapacak bir kişisel asistan. Video sadece bu asistanın yeteneklerine odaklansaydı, ben ona yine vizyon demezdim ama tutarlı bir konsept ürün derdim. En azından.
3. Bir diğer önemli hata tüm makrotrendlerin ihmal edilmiş olması. Video'da global ısınmaya dair bir fikir var mı? Ya da 2019'da o cihazın görüp görebileceğimiz tek mecra olabileceğine dair bir içgörü?... Yok. Neden. Vizyonu yok çünkü Microsoft'un. Sadece bugünü var.

Bir de niye resesyon var diye düşünüyoruz... Peh.

Salı, Şubat 17, 2009

Krizde atılınmayacak girişimler: Microsoft mağazası açmak

Burada görüp okudum ve özellikle "Microsoft mağaza açsa olur olmaz zamanlarda kapanır" kısmına çok güldüm. Sonra bir süre, "vardır bir bildikleri" diye kendimi ikna etmeye çalıştım. Sonra ya yoksa diye korktum... O kendi içimde yaşadığım hezeyandan geriye kalan düşüncelerim.
1. Günümüzde perakende dünyası temel iki motivasyona indirgendi; Ya mecbursanız giriyorsunuz, ya sizi heyecanlandırıyorsa giriyorsunuz. Düşünün her zaman gittiğiniz marketiniz o an size uzak ve eve giderken bir kaç parça bir şey almak lazım. İşte ancak o zaman başka bir markete girmek geliyor aklımıza. Yoksa tüm marketler birbirinin aynı, biliyoruz. Kimse dolaşırken market market girip bakmıyor. Aslında kot (Jean) alırken de bundan farklı davranmıyoruz. Herkesin kafasında bir favori var; parası yetiyor, göbeği sığıyorsa gidip oradan alıyor. Yok varsa bir derdi, başka yere bakıyor. Diğer taraftan bir de, almak için değil bakmak için girilen müzesel mağazalar var. Apple mağazaları gibi... hep PC kullanan ve her zaman PC kullanacak insanlar da -sonradan karalayacak bile olsalar- bu mağazalara girer ve monitörlerin ne kadar parladığına, tuşlara dokunmanın ne hissettirdiğine bakarlar. Özetle mağazanız bu iki gruptan birine girmeyecekse, açmayın. Ki Microsoft'un heyecan yaratmayacağı da kesin, ürünlerinin pek öyle mağazadan almak gerektiren ürünler olmadığı da. Xbox, Zune ve bir takım DVDler. Peh

2. Eğer rakibiniz rüzgarı arkasına aldıysa ve tüketici sizi kullanmaktan değil onu gurur duyuyorsa adımlarınıza dikkat edin. Rakibinizin arkasından atacağınız her adım, size değil ona yarar. Çünkü onun yeni lider olduğunu ispat eder. Tamam ünlüleri kullanan "I'm a PC" Apple'a güzel bir cevaptı ama güzel olmasının sebebi, içgörüyü iyi kullanıyor oluşuydu. Apple'ın karikatürize ettiği insanlara sahip çıkmasıydı. O filmi "I'm a PC" göndermesi ile değil başka bir bağlamda düşünün. Mesela: "PC is simplicity" dese, tamamen Apple'dan kopuk bir fikirle. İşe yarar mıydı?... Ama bu "Ben loser değilim" iletişimi bile sadece bir kere işe yarayabilecek bir taktiksel adım, tutup da pazarlama stratejilerinizi buna oturtursanız yandınız. Ki "me too" dediğimiz mantık bunun en klişe örneği... Dolayısı ile Microsoft "biz de mağaza açalım, şöyle havalı filan bir yer olsun" dediyse yandı.

Hele bu krizde iyice yandı.

Cumartesi, Şubat 14, 2009

Logo tasarımı 101

Pepsi'nin hormonlu logo tretman sunumundan sonra -bence- ideal bir logo hikayesinin videosuna denk gelmek güzel. Aşağıda iki bölüm halinde Obama'nın logo yaratım sürecinin sunumu var. Bazılarında çok basit bir sunum gibi gelebilir ama zaten bir fikrin tretmanının basit ve net olması o fikrin gücünü göstermez mi? Ayrıca tasarım yolculuğunu da videolardan anlamak ve bir fikrin olgunlaşmasını izlemek ayrıca güzel. Sunumun şeklinin içeriğinden asla daha önde olmaması gereğinin bir ispatı daha oldu bu Pepsi logo sunumu vs Obama sunumu bana. Arada dünya diğer tarafa meylediyor diye çok hayıflanıyorum ama...



Perşembe, Şubat 12, 2009

Çoşkulu törenler başlasın!

Her sene olduğu gibi sevgililer günü beni çok ilgilendiriyor :) Süper kutlamalar yapacağız Tuzluk'la

Çarşamba, Şubat 11, 2009

İyi strateji, kötü uygulama

Bilenler bilir, iki kedi annesi olmama rağmen her zaman bir bahçem olunca muhakkak bir de köpek alacağımı söylerim. Üstelik en çok sahibi olmak istediğim köpek cinsini de her zaman gururla vurgularım: uyuz sokak iti.

Ve yine her zaman bir "kedi insanı" olarak "köpek insanları"nın faşizminin beni üzdüğü da sabittir. Sonuçta kedi insanları genelde sokaktan yavru alır. Köpek insanları sokaktaki yavrulara sempati duyar ama safkan köpek alır. Bunu anlamam mümkün değil. Benim de kedilerimden biri safkan ama bunun bir tek sebebi var; mavi gözlü kedi seviyorum. Çünkü mavi göz benim için sonsuz bebeklik demek, sonuz masumiyet demek. Zaten yavru kedilerin çoğunun gözü mavidir, asıl göz renkleri büyüdükçe belirginleşir. Bu nedenle iki kedimden biri safkan. Ve maalesef safkan olduğu için bünyesi ve zekası diğer kedime göre zayıf. Joy division'ın kötü bir yan etkisi :)

Neyse.

Bu çok takık olduğum mevzuu bir tek ben dillendiriyorum dünyada sanırdım. Hey hat! Peta da benimle hemfikirmiş:

Salı, Şubat 10, 2009

Do'ru :)



http://blowatlife.blogspot.com/

Bu logonun Arnell tarafından hazırlanmış sunumu ise linkte

Perşembe, Ocak 22, 2009

Obamavertising


"Gün geçmiyor ki..." kalıbını çok severim. O yüzden öyle başlayalım.

Gün geçmiyor ki reklamcılar kendi küçük ve sevimli reklam dünyalarının içine çer çöp atıp bu habitatı da yaşanmaz hale getiren davranışlara girmesin.

Gün geçmiyor ki reklam iyice yalan, iyice sevimsiz, iyice kuralsız -ama anarşist değil barbar- hale gelmesin.

Gün geçmiyor ki bir cin reklamcı "aman bir bilmişlik yapayım da müşterim artsın" merkezli bir düşünceyle yeni bir çöp kavram, yeni bir çöp model inşaa etmesin.

Uzun sözün kısası, önce sevimli sevimli bir değişimin destekçisi olarak sosyal sorumluluk (CSR) sınırları içinde seçimlere müdahil olan Starbucks ve o kadarını bile yapmadan direkt seçim sonuçlarından para yapmaya çalışan Pepsi için üç kelime: No you can't!

Pepsi 1



Pepsi 2 (aka Bu kafa ile sonsuza dek ünlülere para vermek zorunda olan kendi kişiliği olmayan marka)


Starbucks


Bu arada Starbucks'a şu Fair Trade olaylarından beri gıcığım ama Pepsi benim "Dare for more" dönemi bitene kadar sevdiğim bir markaydı. Şu andan itibaren hayal kırıklığı içinde bu markayı tüketmeyi reddediyorum. Alıngan olduğum için değil, bu kadar ruhu satılmış markalara karşı durmanın bir insani görev olduğunu düşündüğüm için. Elbette bir marka içinde bulunduğu kültürün eğilim değişimlerinden etkilenir ve elbette ve o sosyal ortamın bir parçası olarak düşündüğünü söyleme hakkına sahiptir ama bunu "somut" tavır ve adımlarla gösterir, bir köpük reklam kampanyası ile değil.

Abartıyor muyum? Belki.

Belki de sadece kendi yaşam alanımı korumaya çalışıyorum. TBWA'den zaten etik beklemek anlamsız ama Pepsi'den beklerdim.

Bu arada ikinci Pepsi filmini kim yönettiyse ona bir olumlu kredi veriyorum, o ayrı.

Bu da son bir eşantiyon obamertising reklamı da bu, bilinmedik bir t-shirtçüye bir şey demek anlamsız tabi

Çarşamba, Ocak 07, 2009

Insight minsight, format kanun bi' yana bu iş tavır işi


Tamam biliyorum bu tip gimikler sadece bir "teaser" ya da bir anons için işe yarar filan diyeceksiniz. Külliyen hemfikir değilim. Marka iletişimini salt imaj iletişimi, mesaj iletişimi, insight bulmaca işi sanan herkesin de kendine gelmesi şart. Marka iletişimi=tavır iletişimi. Bence. Tıpkı bir insan gibi, ben nasıl ki yolda tanımadığım insanların karşısına çıkıp; "Sonat. I'm loving me" filan demiyorum. Markalar da bunu demek zorunda değil. Bir bakış, taşınan bir aksesuar, atılan bir kahkaha bile birer "image maker"sa gerçek hayatta, reklamda da farklı düşünmek saçma. İçerik artık mesaj demek değil.

Hadi onu geçtim, buna ne demeli? Bildiğin basit bir "augmented reality" kooperasyonu içinde ürün yerleştirme.


Bunun imaja katkısı yok mu?