Perşembe, Şubat 21, 2013

Dogmadan sapış

Eğer şükretmeni kolaylaştırıyorsa alkol hala haram mıdır? Bir yasak aşksa seni tanrıya yakınlaştıran günah mıdır? Amaç üzümü yemek midir, bağcıyı övmek midir? Eğer günahsız yaşamaksa hedef, hiçbir şey yaşamamak mı gerekiyor zekan seni sürekli sorgulamaya itiyorsa... Zeka veren şeytan mıdır?

Tanrı bizi deneyimden uzak tutmaya çalışıyor olamaz. O koca deney içinde şeytanı haksız çıkarmaya çalışıyorsak, her seferinde şeytana yakın olmamız gerek ki bir seçim yapalım. Her seferinde şeytana bir selam çakıp sonra da tekmelemek için de her seferinde bir yasakla yüzleşmek gerek. Her sevaba bir günah gerek.

Yoksa bitkiler tek cennetlik canlılar olur. Kediler bile çokeşliyken bizim kendimize koyduğumuz o kurallar sadece ruhumuza küfür olur. Bize tüm verilenlere, tüm merakımıza, tüm irademize... Oruç şeytana karşı duruşsa, ondan bir ilham almak gerek. Her haramı bir hakediş olarak bir kez yaşamak gerek.

Önce yaşama cesareti lazım, önce kendi inancına inanç lazım. Kendi inancına bile inanmayıp her şeyden kaçan sadece korkak olur. Tanrı korkak değil güçlü yaratandır.

Sen ki korkarsın sınırları karıştırmaktan. Korkarak yaşlanacaksın. Korkarak mahrum kalacaksın. Korkunda yalnızsın.

Sen ki bir ruhu kurtarmanın önemini anlamazsın, sen ki sadece kendi ruhunu kollarsın, sen şeytanla benzer bir çıkış noktasındasın. Güvenmezsin, riski karşına almazsın, bitkiden güçlü değilse iraden kaçarsın.

Bir eşcinselin kendi vücuduna rağmen sevmek ve yüceltmek cesareti bir başka eş bedeni, ne de güzel bir  karşı duruştur. Ne kadar yüce bir meydan okuyuşudur ruhun cisme. Sen bunu anlamazsın.

Bir ayyaşın yitik bilincine rağmen huzuru diretmesi ne büyük bir tokattır şeytana, ne değerli bir yüce iradedir. Sen bunu yok sayarsın.

Ve dört kitaba götünü yaslayıp başkasına kibirlenen, başkasını hor gören... Sen sadece şeytana yararsın.

İnanmamak bir çözüm. Zevkten kaçmak bir diğeri... Kitabı kitabına yaşamak da var. Bir de şeytanı görünce yol değiştirmeden, tam da karşısına çıkıp ona 'Senden daha güçlüyüm' demek var.

İzninizle ben onu deneyeceğim.

Salı, Şubat 19, 2013

Öğrenirken

İlk gençlik yaşlarımda denediğim her şeyde hep ikinci oldum; sınavlarda, yarışmalarda, okulda, sporda... O yaşta sürekli ikinci olmak sadece kaybetmek demek, 'iyi deneme ama yetmez' demek. Hayatımın bu ilk denemelerinde hep yeterince iyi olmadığını öğrendi ruhum, hep yenildi. Önce yenilmeyi öğrendim.

Yenildikçe aramayı denedim. Büyüdükçe daha iyi yapabileceğim o şeyi ararken, farklı farklı heveslerin peşine düştüm ama hepsine yabancı olduğumu gördüm, hiç bir gruba ait olamadığımı ve hep herkesten farklı olduğumu gördüm. Hiç onlardan olamadım, onlar hep değişti ama ben bir türlü kendimi kimseye uydurmadım. Ait olamadığımı öğrendim. Dışa düşen olmanın o garip karın ağrısını öğrendim. Yalnız olmayı ve evsiz olmayı öğrendim.

Daha da büyüyüm ve ben hayal ettiğim evimi bulurum sanarken evdeki bulgurdan olmaya başladım. Kaybetmeyi öğrendim. En yakınımdakileri, en sevdiklerimi, en çok değer verdiklerimi, aşklarımı ve hayallerimi... Kaybettikçe bezdim, bezdikçe kaybettim. Kaybetmeninin sonunda ise yepyeni bir şey öğrendim; öğrenmeyi.

O en dibe vurduğum noktada tek yapabildiğim tekrar geçmişe bakmak oldu. Her şeye yeniden baktığımda, o bitik kafamla yepyeni şeyler gördüm.

Aslında her şeyde ikinci olmak yenilgi değildi. Her denediğim, her peşinden koştuğum şeyi yapabilmiş olmaktı o ikincilik. Belki de hiçbirini ikinci kez denemedim için, hiçbirinde inat etmediğim için hata yapmıştım. Aslında o ilk denemelerdeki yarım yenilgiler bana başka bir şey söylemeliydi; istersem her şeyi yapabilirdim.

Ait olamamak da yanlış okunmuş bir hikayeydi. Her gruba girebilmek, herkes için kabul edilebilir biri olmak belki de eşsiz bir beceriydi. Farklı olmama rağmen reddedilmedim, hiç dışarıya itimedim, hiç atılmadım ve hiç ezilmedim. Etrafımı saran o mutlak kabullenirlik belki de beni dışa düşen değil hep istenen kılan şeydi. Yabancılığımın kendi tatminsizliğim olduğunu farkettim.

Kaybettiklerim ise aslında sahip olduklarımın basit bir izdüşümüydü. Ben onların değerini kaybettikçe gördüysem, bu onlara sahip olmadığım anlamına gelmezdi. Ben pek çok güzel şey biriktirdirm çok güzel insanları sevdim ve çok sevildim. Kaybettiğim sandığım her şey biraz da beni bir adım ileri götürendi, ben ilerledikçe geride kalanlar oldu, yitenler oldu ama hep yeni bir 'kaybetmekten korkulan'a ulaşmış oldum. Aslında hep yeni şeyler kazandım.

Hayatımın bu aşamasında neredeyim bilmiyorum. Sadece kendimden esirgediğim o özgüveni görme, tanıma ve tanıdıkça sevme noktasındayım belki, belki de kendimi en çok kandırdığım noktadayım.

İstersem yapabilirim, ben istersem ait olabilirim, çok şanslıyım ve kaybedecek olduğum her şey kazanacak olduklarıma yer açmak için var.

Öğrenebilirim. Daha iyi olmayı öğrenebilirim. Ya da daha iyi olmak zorunda olmadığımı.

Bana sorsan;
- Neden peki açmıyorsun kendini?

Cevabım basit: O kadar kocaman ve karşılıksız ki sevgi içimde, kendi içinde dengedeyim, hiç o sularda fırtınaya ihtiyacım yok. Hiç bir yere akıtmaya ihtiyacım yok nehirlerimi, hiç bir ayna gerekmiyor kendimdekini görüp sevememe ve hiç bir sen bendeki senden daha çok sevilmez bende. Sen -ki hep değişiyor cismin- sen de farketsen ki çok bir anlamı yok dramanın, drama sadece huzurun huzurunun kaçtığı o yerdir. Sen de katsan sularını sularıma ve tuzunu tuzuma, belki o an huzurumu acabilirim.

Amin.



Pazar, Şubat 17, 2013

Dönüşüm

İşim kadar çok hayatımın önüne geçti ki uzun zamandır buraya bir şey yazmak içimden gelmez oldu. Ama yazasım da var, sadece mesleki şeyler yazasım yok. Peki kim demiş ki tutarlılık önemli diye, belki de önemli değildir. Belki de buraya her istediğimi yazabilirim. Belki de artık başka şeyler yazmaya başlamanın zamanı gelmiştir. Madem ki yazılacak şeyler var; bir blog daha açmanın, oturup onun tasarımını da düşünmenin ve sürekli ertelemenin ne anlamı var? Cevap veriyorum; anlamı yok. Mesela bugün bir şarkı ile başlayalım dönüşüme...

Birazcık melankolik ama melankoli aslında rahat bir ruhun kolayca taşıyabileceği bir yük. Çünkü melankoli ne zaman neye sahip olduğumuzu ve nerelerde olduğumuzu bildiğimizi gösterir. Ya isyandan hemen öncedir ya da isyandan sonraki dinlenme tesisi. Bazen vazgeçmenin habercisidir ve genelde ılık bir histir. Ilık bence her zaman soğuktan iyidir.

Şu an sadece güçlenme yolculuğumun bir eşliği bu melankoli. Kendi yalnızlığını seven ben'in, kendi basitini seven ben'in ve yolculuğunun neresinde olduğunu düşünebilecek kadar kendinde bir ben'in bir kadeh ılık martinisi.

Artık ufaktan daha romantik takılmaya başlıyorum. Eskisi gibi hayaller kurabilmek için önümdeki tüm soğuk hisleri bir bir sorgulayıp dönüşmek ve dönebilmek için... Hiçbir sosyal medya bağlantısına kendimi yedirmeden ve kim duyuyor beni bilmeden.

Konuya ısınmak için epeydir unutulmuş bir klasörde duran eskilerimden biriyle haftaya girelim. Ve ona bugünden itibaren MELANKOLİ adını verelim.


Küçüktün, çok küçük...

            Ben biraz daha büyücektim. Sana nazaran yaşlı, belki. Sen beni anlamazdın, benimse sana anlatacak vaktim yoktu. Herkesin yaşadıklarını yaşamak, tüm sıradanlığı yaşamak için de hiç vaktim yoktu. Sen kaçtın, ben yakana yapıştım;
            -Kaçma, dedim.
            -Hayır, dedin, her şey için çok erken. Önce yorulalım, sonra bekleyelim, kırılalım, incitelim biraz. Daha sonra belki de...

            Senin de benim için ayıracak sabrın yoktu. Sadece gitmek istedin. Seni bıktırmışım, sıkıştırmışım. Benim için sen çok önemliydin, senin için de sen çok önemliydin. Sen umarsızca yaşamalıydın: giriş, gelişme, sonuç. Hepsini yaşamalıydın. Ve sen sıkıldığın yerde bitmeliydi, yaşamlar. Ben biliyordum; gelişme yoktur aslında, bir giriş vardır, bir de sonuç. Gelişme oyalar, gelişme kandırır. Benim oyalanacak ömrüm kalmadı. Ben yeterince büyümüştüm. Daha fazla kandırılmak da öldürürdü beni.

            -Ölürüm.
            -Hayır, her hamleyi tek tek oynamalıyız.
            -Son hamleyi biliyoruz, dedim, şah ve mat...
            -Belli olmaz, dedin.

            Senin oyunu bitirecek sabrın yoktu. Sen yarı yolda kaçmak istiyordun. Karışık bir hamle yapmak, ben karşı hamleyi yapana kadar ‘fedakarca’ beklemek, ben hamleyi yapınca da;
            -Yanlış, diyecektin, çok yanlış...

            İnatçıydın.Çöl kadar inatçı, kuyu kadar inatçı, benim kadar inatçıydın.

            -Dur, dedim, gitme.

            Koşmaya başladın. Beni de kendini de ağlatacak kadar hızlı koşuyordun. Ben arkanda kıpırdayamadan bakıyordum. Bir yanım bir fırsat vermişti sana. Öbür yanım anlayamadı bunu, hiçbir şey için vakit yoktu, sen gidersen ben ölürdüm. Koşmaya başladım, öyle koştum. Bir arpa boyu yol almışım, sense çok uzaktaydın. Haykırdım:
            -Dur, gitme!
            -Hayır, dedin, düşündüğün hamle çok yanlış.
            -Bir daha denemeliyim, dedim, bu oyunu pek bilmem.

            Bilmeliydim, belki de biliyordum. Ama vakit yoktu ki. Saatler hep ileri gidiyorlar, hep ileri, hep aynı tempoda.

            Kendi kanımı içtim. Sensiz ve senin adına içtim. Sulara gömdüm sonra kendimi, akıntılara bıraktım. Sensizdim işte. Kimsesizdim. Güçsüzdüm. Sen benim canıma kastettin. Ne için?

            Bir listen varmış uzunca. Öldürdüklerini yazarmışsın, bilemedim.

            Bir kokun vardı. İğdeden daha ince, gülden daha koyu, sudan daha hafif, her şeyden özeldi. Seni çok kez içime çekmiştim.

            Kendi gözlerimi dağladım. Kirpiklerimi kesip uc uca bağladım. Seni unutmak istemedim. Unutmak için de vaktim yoktu.

            -Yaşam, dedi bir ses.
            -Bitmeden bitirdi beni, dedim.
            -Hayır, dedi, şimdi başladı.
            -Ne, dedim, lanet olası acı hep vardı! Bu mu tanrılığın?
            -Bu, dedi. Senin için elimden geleni yaptım.
            -Al, dedim, kanımdan sen de iç.
            -Kedilere ver, dedi, onları da severim ben.
            -Benden çok mu? dedim.
            -Evet, dedi.

            Onu bu yüzden hep sevdim, bir sokak çocuğu gibiydi. Mertti, bana hiç yalan söylemezdi. Uzun ve pisti tırnakları ama yemezdi. Hiç ukalalık da etmedi.

            -Bencillik, dedim içimden. Herkes ‘ben’ için yaşıyor. Bazılarının yaşamına isimlerini kazımak için. Ve marifet sayıyorlar; geriye dönüp baktıklarında kimse için üzülmediklerini, hiçbir şey için pişmanlık duymadıklarını görmeyi. Bense isterdim ki... keşke...

            Umrunda değil. Umrumda değil. Ne geleceğim ne de geçmişim. Hiçbir şey umrumda değil. Nerede hata yaptığımı biliyorum. Geçmişte. Vakit olsa da düzeltemem artık.

            Senin bir listen varmış. Beni de yazmışsın. Yanına ufak bir not bile düşmemişsin. Bazılarına düşmüşsün oysa, hatta birinin yanında bir soru işareti varmış. Kırılmamalı mıyım?

            Kokun hala içimde. Asit gibi keskin, ceset kadar ağır, yosun kadar yoğun kokun.

            Kendimi bir köşede kıstırdım. Yaşlı, sefil, acınası, iğrenç. Göğsüme bir bıçak sapladım. Sonra yaraya limon sıktım biraz.

            -Aman, dedi malum ses, yeter artık.
            -Seni seviyorum, dedim, vakti gelse de beni yanına alsan.
            -Her şeyin bir sırası var, vakti var, dedi
            -Evet, dedim. Doğum, yaşam, ölüm. Yani; giriş, gelişme, sonuç...Biliyorum. 



Çarşamba, Ekim 17, 2012

Kullanmayacağın markayı sevebilir misin?

Pis reklamcılar duygusal fayda, kültürel bağ, marka elçisi, vb derken aslında psikografi, SES ya da yaşam tarzı profilleri gibi segmentasyon kurallarını altüst edip hiç de ulaşmaları gerekmeyen kitlelere ulaşır ve sevişir oldular. Uniqlo gibi bir marka netten doğdu ve kitleselleşiverdi. Japon'lardan spor giyim çıkmaz diye düşünenlere enteresan bir deneyim yaşattı. OK GO, -bence- o kötü müzikleri ile ünlü ve ününde istikrarlı oldu. Israrla müziklerini sevmesem de her kliplerini izler buldum kendimi, gittim Uniqlo'dan alıiveriş yaptım ve daha başıma ne gelebilir derken şimdi de apansız biçimde hayatımın kozmetik markası ile tanıştım. Hayatında bir tek ruja bile para vermemiş olan bir insan evladı olarak, gidip bir ara Benefit Cosmetics'ten bir şeyler almam gerektiğine eminim... Şu video ile beni benden aldılar nitekim;

Aslında videonun yayılma motivasyonu çok basit; benim düşünüp de insanların yüzüne söyleyemeyeceğim şeyi söylüyor. Onun sayesinde icimizdeki zeki ve zevkli ego dil buluyor. O kadar hemfikiriz ki markayla ve o kadar mutluyuz ki o anti-kahramanların hak ettiklerini bulmalarına, herkes görsün istiyoruz.
Az önce izlediğim başka bir videoda bu çağın en temel sosyal trendlerini sıkıştırma (compression), kullan-at (disposablity), kürasyon, kendini pazarlama (self-promotion) olarak tanımlıyordu Jonathan Harris. Haklı. Viral ararken de bunları unutmamak lazım sanki.

Salı, Ekim 16, 2012

Aslını inkar

Bu aralar mutasyon sürecindeymişim ve snunda bir reklamcıya dönüşecekmiş gibi geliyor korkuyorum. Tam anlamı ile bok gibi geçen bir yazdan çıkarken ve daha epey bokun önümde olacağının bilinci ile günlerdir izleyip de beğendiğim bir işi nereme sokacağımı düşünürken bir blogum olduğunu hatırladım. Sevgiyle değil bir üşengeçlikle hatırlamış olmamdan utanıyor ve neyi suçlayacağımı bilmiyorum. Olsun varsın, güzel işler yapan her taze beyne selamlarımla son dönemlerde en beğendiğim işleri biraz paylaşayım;

Water is Life! - DDB NY






Bu işi neden beğendiğim belli. Son derece dtandart bir brief içinde, bağış yapacak kültürün 'yoksayma' eğilimi içindeki kaçış alanlarını çok iyi anlayan ve anlatan bir iş. Sadece lümpenliğimizi ve yüzeyselliğimizi yüzümüze vurmuyor, aslında çağı değiştirebilecek bir gücü -yani interneti- nasıl kullanıyor olduğumuzu da sorgulatıyor. Hele ki sadece hava atmak için Foursquare ya da Pinterest kullanan ve Instagram'da görgüzülük antı olabilecek potansiyeli olan bir memleketin insanı olarak etkilendim.

Ne yalan söyliim