Salı, Aralık 30, 2008

"Optimism is overrated" noktasındayım ömrün

Yahu Pepsi, gel sana iki çift lafım var. Sen kimsin dersen, kimse değilim, haddim de sana strateji öğretmek değil ama belli ki ikimizden biri fena yanılıyor. Sen gel bi anlat bana, ben de anlayayım. Sen niye o logoyu BBDO'ya değiştirdin de logo lansmanını TBWA'e yaptırmaya karar verdin? Sen ki başını birine kıçını birine yaptırdığın bir işin bir Kore otomobili gibi her trendden çalan bir 'mash up' olacağını bilirsin. Hadi onu geçtik, hadi diyelim ki zaten bu bir senelik bir geçişti, biz yeni duyduk, diyelim ki bizim bilmediğimiz çoook şey var.

Peki ikinci sorum şu, rakibinin marka özünün "optimizm" olduğunu bile bile neden sen de aynı kulvara geçersin? Nedir bu; bir "challenger"ın liderle aynı platformda yüzleşmesi desek, bunu daha önce yaptın da işe mi yaradı? Bir örnek ver. Bi' de niye onların platfomu, onu anlamıyorum. Platform da bir şey olsa; Optimizm. Toyota, Orange, Absolut, Coca Cola.... her yanımız optimizm. O kadar çok optimist marka var ki, artık işin inanırlığı ve bağlayıcılık niteliği bitti.

Aferin. Yine çoktan demode olmuş bir trend yakaladınız. Niye mi böyle oldu, çünkü kararlarınızı tüketici araştırmalarına bakıp veriyorsunuz, tüketici araştırmaları size geleceğin nerede olduğunu söylemez, sadece geçmişin hesabını verebilir. Canlı konser kaydı gibidir, sonra izlersiniz ve sizin yaptığınızı sandığınızla gerçeğin arasındaki farkı görüp analiz edersiniz. Geleceği bilmesi gereken tüketici değil sizsiniz, çünkü optimizm tam da bununla ilgili, geleceği görmeyen ve bunu tüketicilerine soran marka optimist olamaz. Lider de olamaz, yenilikçi de.

Koşun Coca Cola'nın ardından ve tam 3 yıl gerisinden. Bravo.

Şimdi ne olacak? Kola savaşlarında tüketiciyi zerre ilgilendirmeyecek bir yeni mücadele başlıyor;
Optimism vs Generation optimistic

Ama Pepsi'nin haline bakarsak bu mücadelenin kazananı baştan belli. Çok değil en fazla iki yıl sonra Pepsi yeni bir denize yelken açar.

Güzelim "Generation next" tam da optimizmin göbeği değil miydi hey Pepsi, ordan niye koptun. "Dare for more"a ne oldu?

Şimdi neredeyiz?
http://refresheverything.com/

Bu bir kampanya web sitesi. Sitede ne var, reklam filmi. Altında da YouTube şeffafıyla. Başka ne var... hiç. Belli ki amaç "refresh everything" demenin bir adım ötesi değil. Yuh. İnternet böyle mi kullanılır...

Film ayrı hikaye. Tek laf etmeyeceğim.


Internet nasıl kullanılır, TV nasıl kötü kullanılır örneklerimizden sonra açıkhava ve diğer medya nasıl kötü kullanılır görmek için size AdAge yolları göründü. Ben sinirlendim, gidiyorum, biraz optimizm alıcam.

Çarşamba, Aralık 10, 2008

GM, Chrysler ve Ford hayatta kalsa ne olacak?


Bu üç dev Amerikan markasının devlet desteği ile hayatta tutulması hakkında süregelen tartışmalar içinde takıldığım bir nokta var; Bu konu gündemde bu kadar kalıp ıcık cıcık tartışılarak bu markalar kasten mi ölüme sürükleniyor? Kamulaştırılsa da satılsa da sübvanse edilse de farketmez, fabrikaların dumanı tütse de tüketici nezdinde bu markalar müthiş kan kaybetti. İnanılmaz kötü bir PR yönetimi sözkonusu; üç büyük kurum şımarık, beceriksiz ve kaybeden olarak algılanmaya mahkum bırakılıyor. Hummer ve Saab gibi markaların satışa çıkarılması bile GM'in prestijini bozdurup bozdurup harcaması demek değil mi?

Neden? Çocuk değiliz, bu markaların bu denli kötü bir itibar yönetimi göstermesinin nedeni ne? Gerçekten profesyonel yönetimler bu krizde sadece kendi popolarını düşünerek, gemiyi ilk terkeden oldukları için mi bu markalar sahipsiz kalıyor, yoksa ellerindekinin sürdürülemez olduğunun farkındalar ve bu sadece bir birinci gong mu?

Kendi adıma alacakları 15-25 milyar dolarların bu markaların gelecek 10 yılını kurtaracağını düşünmüyorum. Bu krizde marka değerlerindeki düşüş bile 10 milyar doları bulmuş olabilir. Interbrand'e göre Ford, tek başına, 2000 yılından bugüne 28 milyar doların üzerinde marka değerinden kaybetmiş.

Diyeceğim odur ki, eğer bu şantaj karşılığında devlet desteği alırsa bu üç dev, talepleri bitmeyecektir ve iki yılda bir sübvanse edilmeleri gerekecektir. Bu markaların kurtulması için Amerika'da dev bir sanayi devriminin gerçekleşmesi gibi bir makro değişim yaşanmalı ya da işin içinde bilmediğimiz bir revaluasyon planı var.

Damien Hirst ve popüler kültür


Bilen bilir, ben sanattan -hele ki üst kültür sanatlarından- hoşlanmam, tüketmem, anlamam, anlamaya çalışmak için çaba sarfetmem. Velev ki Damien Hirst gibi son derece kolay anlaşılır ve popüler kültür göndermeleri olan bir adamı seviyorum, sırf kıroluğumdan değil, Hirst'ün trendleri belirlemede dikkat edilesi bir lider olduğunu düşünüyorum. O yüzden, Hirst'ün The Hours için ve Sienna Miller'ın da rol aldığı bir muzik videosu projesinde olması dikkatimi çekti. Ve zevkle, ve dikkatle ve beynim acımdan izledim. Yönetmen Tony Kaye

Çarşamba, Kasım 26, 2008

Uyanın! Dünya değişti





O kadar tembelim ki... Bir süredir bir sunum yazasım var, neler olduğuna dair ve nerede sıkışacağımıza dair ama tembellikten yapamıyorum. ama bari Swedish Fish kampanyasını şu bloga ekleyip niyetimi açık edeyim. Hem bana da hatırlatma ve vicdan azabı olur.

"A friend you can eat" gibi bir kampanyanın nereden çıkmış olacağını, insightının ne olduğunu "geleneksel" reklamcılıkla anlamak mümkün değil. Ya da anlayan varsa bana da öğretsin, çünkü ben anlamıyorum oradan bakınca. Ama buradan bakınca anlıyorum.

Aslında artık sadece hikaye, anlam, "insight creation" -ya da adını siz koyun- paylaşılan bir dönemdeyiz... Artık ürün odaklı ya da marka odaklı bir "farklılaşma" stratejisi gibi bir şey yok. Çünkü ürünlerin çoğu artık farklılaşamayacak kadar birbirine benzer ve muhteşem fazla ürün ve marka var. Metrekare başına o kadar çok marka düşüyor ki tüketici "kimin nesi neydi" diye sizin "çünkü"lerinizi aklında tutamıyor. Çünkü tüketicilerin reklam ajansları gibi "otomotiv markası", "FMCG markası" gibi kategorize edilmiş markaları yok. Onların sadece markaları var.

İşte bu tatlı balık kampanyası da bu yeni anlayışın pürüpak bir fotoğrafı. Ürün şekli ilk mi? değil, ürün çok mu acaip? değil, bu isimden zorlasak buraya varılır mı? neden zorlayalım ki... İşte geleneksel reklamcılıkla varılamayacak bir konumlandırma ona uygun bir kampanya...



Pazartesi, Ekim 06, 2008

Ortam kötü, kolla dötü

Çok terbiyesizim. Ama öyle...
Ünlü kriz Amerika menşei şirketleri de bir bir vurma yolunda. wpp hızla kan kaybediyor ve etkisi muhtemelen yakında buraya direkt yansır.

Bu durumda da küçük-büyük tüm müşteriler iyice değerli hale geldi. Bakınız Karsh/Hagan isimli TBWA ağındaki bir ajans nasıl da saldırmış CP+B'ye. Pearl Izumi'yi adlı adınca işaret ederek kendilerine çağırmışlar. Bakalım CP+B bu ajansı muhattab alacak mı?

Salı, Eylül 30, 2008

80'lerde ergen olmak

Uzun zamandır, reklamcılığa da reklamcılara da gıcık olduğum için sesimi çıkarmıyordum ama yine işimi sevdim bugün. Diesel'in 30. yaş partisi için Viral Factory'un "Dirty thirties" temalı viral filmini izlemeyen çok şey kaçırır. Tabi bana soracak olursanız bu filmde ruhu yansıtılan marka Diesel olmaktan çok Viral Factory... Yine bir Viral Factory dehası ve düşünme şablonu. Hastasıyım kendilerinin. İsteyen parti sitesine ve detaylarına da baksın tabi ama bence parti filmin çok gerisinde bir yaratıcılık vaadediyor.


Diesel SFW XXX - Watch more free videos

Salı, Temmuz 22, 2008

Yalnızlaşıyoruz


Suna Pekuysal ve Estelle Getty'i aynı gün kaybettik. Mekanları cennet olsun.

Cuma, Temmuz 18, 2008

Axe'ın kolay ama zor stratejisinde 12'den vurmak

Axe'ın strateji, brief ifadesi "F*uck more" bir nesil reklamcılar arasında adeta bir fenomendir. Durup durup birileri "iyi brief" örneği olarak bunu verirler. Bu tip bir brief kreatiflerin işlerini kolaylaştırır, çünkü "daha seksi olmak" ihtiyacı herkesin kendi içinde de hissettiği insightlara dokunur. Halbuki bence o brief o kadar kolay değildir ve seksilikle ilgili her "yaratıcı ekip insighti" da Axe'ın stratejisi ile örtüşmez zaten. Bence Axe/Lynx işlerinde de sık sık hatalı, abartılı (overpromising), fazla avam ya da fazla sofistike kalmış işleri görürüz. Yaratıcı arkadaşlarımız bunu pek umursamaz, sonuçta zeki ve taze iş her zaman iyidir onlarin gözünde, ancak bir planlamacı için asıl başarı o taze ve zeki işi bir iğne deliğinden geçirerek yapmaktır. Başarı iğnenin boyu ile ters orantılıdır. Mesele bence %100'e yakın doğru bir Axe işi var aşağıda. Stratejiyi bilemem tabi, bunun için Arjantin pazarını bilmem lazım. Ama global strateji ile ilgili olarak hedef kitle de, vaad de, ton da, uygulama da doğru. Çok mu kreatif onu bilemem... Bilsem de tartmak benim işim değil :)

İşi yapan Vegaolmosponce. Internet sitelerini bulamadım bir türlü.



Cuma, Temmuz 04, 2008

Perşembe, Temmuz 03, 2008

Deli Deli Deli


Freshsome'dan gördüm, fırış fırış güldüm. Hani bu dünya sınav mınav derler ya, bu dünya sınavsa... varya... sorular hatalı ben deyim.

Çarşamba, Temmuz 02, 2008

Nike, Guy Ritchie ve Kabala

Kabala hakkında bir şey bilmiyorum. Guy Ritchie hakkında da az bilgim var. Futbolda fena sayılmam. Reklamla ilgili bildiğim her şeyi de unutasım, yeniden öğrenesim var. Arsenal'de ve Hollanda milli takımında oynayan tek bildiğim oyuncu Van Persie ama reklama göre gizli oyuncumuz 45 numaralı formayı giyiyor, Van Persie 11 giyer. Demek ki bu bir gizli testimonial değil, bu bir kurgu. Kabala ne der bilinmez, hastasıyım bu reklamın. Aşağıdaki de, rivayete göre, yönetmen montajı (director's cut). Yalansa da güzel, doğruysa da Kabala. Sevgi, hörmet benden.

Salı, Haziran 17, 2008

Erken öten horoz




TBWA Berlin ekibi, müşterileri adidas için Viyana'da kullanılmak üzere bu açıkhava uygulamasını yapmış. 60 metre yüksekliğindeki bu dev uygulama dünyanın en gözde kalecisi Petr Cech'i yıldızlaştırıyor. Kaç para harcamışlardır acaba?.. Cech'e, prodüksiyona, Viyana'daki parka... Viyana'da ise şimdi Rüştü oynayacak. Cech'se evinde o golleri nasıl yediğini düşünüyor. Hi ho.

Cumartesi, Haziran 14, 2008

Dünyanın ilk sanal balon yarışı

Herkes interneti kullanmak üzerine ahkam keserken, birileri müthiş reklam olanaklarına kapı açmak konusunda istikrarlı. İşte reklamverenlerin sitelerini dolaşmak zorunda kalacağınız bir yarış, ödüllü, keyifli, heyecanlı... Orange işte

Virali, filmden ve siteden ibaret sananlara duyrulur

Cuma, Mayıs 23, 2008

Çarşamba, Nisan 30, 2008

Cannes yaklaştıkça kalite artıyor

Bugün bir Rexona kampanyası izledim. Adme'den gördüğüm için Ajans adını filan anlamadım. Ama böyle bir kampanya herhalde Cannes'da bir Axe/Lynx kampanyasını sollar. Artık şerbetinin bolluğundan içimizi baymaya başlayan Axe dünyasına güzel bir karşılık olmuş bu kampanya. Zaten bence Axe artık prezervatif işine girsin, o kadar çok seks odaklı olaya başladı ki Axe iletişimlerinin hormon seviyesi zeka seviyesinini üzerinde seyretmeye başladı.

Herneyse... Görüldüğü üzere bu Rexona işini o kadar sevdim ki gözüm Axe görmez oldu. Özellikle Milli Marş filmine durup durup gülüyorum.


Salı, Nisan 29, 2008

Günümün reklamı

Pek sevdim de, çok güldüm de. Yönetmenin ellerinden, yapanların gözlerinden öperim

Less is more

Bu 'less is more' lafına arada çok gıcık oluyorum. Hem bir de bilmiş bilmiş söylenir ya bu laf, büyük bir hayat dersiymişçesine... iyice gıcıktır. Lakin, korkarım bu lafı işime gelince ben de bilmiş bilmiş kullanıyorum. Gıcık görünmek de bazen insana iyi geliyor. Bilmem bu aralar nasıl bir ruh halinde olduğumu yansıtabildim mi. Neyse... bir blogterapi amacım yok. Konuyu reklama bağlayacağım bir şekilde.

İşte bir kısa ama çok iddialı bir cesaret iletişimi.




Böyle cesur işleri reklamcılık adına takdir ediyorum etmesine de, bazen bazı markaların da büyük laflar edip cesurmuş gibi yapmaları bana bir garip geliyor. O ödünç-cesaret bazılarına yakışmıyor. Ben bundan sonra bu markalara Milli Vanilli diyeceğim. Ne diyeceğimi unutursam Cyrano de Bergerac derim. Onu da unutursum, bir bahane ile konuyu bulandırıp 'less is more' lafının sıkştırırım araya. Karşımdaki afallamışken de kaçarım

Pazar, Nisan 20, 2008

Bindiğin dalı kesmek

Elbette kurumsal vatandaşlık projelerinin iletişimi kendi içinde bir acaip. Yapılan karşılıksız (?) yardımın bağır çağır reklamını yapmak, hele ki yapılan yardımdan daha fazlasını reklamın prodüksiyonuna ve yayınına harcamak pek iyi niyetli görünmeyebilir. Öte yandan reklamın özendirmesi ile toplumsal bir bilinç oluşuyorsa, reklam sorunun ilelebet çözümüne katkı sağlıyorsa o zaman da o reklamverenin elini ömek lazım.

Bu CSR iletişimlerini başka bir gözle değerlendirmek gerek artık. Bence ya yapılan yardım meblağından daha fazlasını iletişime yatırmak yasak olmalı ya da iletişimde reklamverenin sadece toplumsal harekete odaklanması, sadece bir küçük markalama ile (endorsment) yetinmesi kural olmalı.

Yoksa ne mi olur?... Ayıpların bini bir para olur. Mesela aşağıdaki iki kampanya da "biz reklam prodüksiyonuna vereceğimiz parayla yardım yaptık" diyor... Peki ya yayın parası? Peki bundan böyle bu markalar bir daha prodüksiyona para vermeyecek mi? Peki prodüksiyona para vermak ayıp mı yani? Sorular uzar gider... Ama iki kampanya arasında çok önemli bir fark var bence.

Bu kampanyaların sizce hangisi projeye, amaca hizmet ediyor, hangisi reklamı yapan markaya? Bir de reklamları izledikten sonra sadece mekanizmaları karşılaştırın. Hangisinin aslında daha 'çıkarcı' durduğunu. Reklam insanı rezil de eder vezir de diyerek bitirmek isterim bu akşamı :)





Cumartesi, Mart 15, 2008

Futbolu yeniden keşfedeceğiz

Futbol dediğin eski kıtanın en avam sporu. İngiltere'de de en düşük profile hitap eder, Rusya'da da Türkiye'de de... Ama bir ülke var ki bu gidişatı değiştirecek gibi görünüyor...

Son yıllarda tüm dünyanan karşı cephe alarak yalnızlaştırdığı ABD, görebildiğim kadarı ile ciddi bir değişim içinde ve pek çok konuda dünyanın geri kalanı ile entegre olma çabasını artırdı. "Dünya" derken bile eslında sadece Amerika kıtasından bahsetmeyi alışkanlık haline getirmiş, özgürlük kavramını kendi ülkesine özgü sanan, dünyanın geri kalanı hakkında hiç bir aktüel bilgiye sahip olma gereği duymayan ABD 'avam'ı farkında olmasa da, medya ve eğlence endüstrileri gitgide dünya ile entegre oluyor. Hollywood'dan, NBA'e kadar pek çok 'kural koyucu' artık daha dünyalı. Belki de kendisi ile hesaplaşıyor.

Hemen bir örnek vereyim; sevgili Beckham'a o kadar para neden verildi hatırlayın... Birleşik Devletlerde futbolu popülerleştirmek için. Ki orada zaten futbol adlı başka bir 'avam' oyun varken...

Peki neden Beckham da Ronaldo değil ya da Figo?... Çünkü hiçbiri Beckham kadar janti değil ve Posh gibi ikonik bir eşleri yok. Çünkü Birleşik Devletler'de bu yeni oyunun kitlesi avam değil. Çünkü Avrupa yükselen değer ve pek çok eğitimli Amerikalı diğer kıtaları çok, nasıl desem, 'aspirational' buluyor. Bakın yeni filmlere ve dizilere... Ne çok Amerikan olmayan unsur var, farkında mısınız?

Demem odur ki Birleşik Devletler'de yeni trend dünyanın geri kalanını kucaklamak. Bu yüzden bir süre Amerikan trend-setter'ları bize garip görünen ama aslında şahane adımlar atacak.

Mesela hemen size bir Amerikan krampon reklamı göstereyim. Ülkemizdeki futbol reklamlarının hedef kitlesini düşünün... Hadi geçtim adidas, Nike, Puma, Powerade gibi markaların testesteron yüklü iletişimlerin hatırlayın. Hepsi erkek, hormon ve eğlendirici değil mi? Çünkü hepsinin hedef kitlesi 'kendi göbeğine bakmadan maç izlerken t-shirtüne bira döken eski kıta erkekleri...

Ama Birleşik Devletler'de hedef kitle hemen değişiyor ve aşağıdaki reklam daha sofistike bir tonla hormondan çok zeka sahibi bir kitleye konuşuyor.

Ve dikkat filmin sonunda göreceksiniz, reklam kendi geleneğinden vazgeçmiş ve bu oyuna soccer değil futbol diyor :)

Cumartesi, Mart 01, 2008

30 saniye bitti derken?

Malum 30", 25" ve 15" formatları ABD'deki muazzam medya fiyatları nedeni ile doğmuş bir zorunluluktu. Yıllardır Türk reklamverenlerin yanlış anlaması sayesinde marifet sayıldı. Reklamveren tarafından "Bakın ABD'de 30 saniye içinde her şeyi ne güzel anlatıyorlar" şeklinde muştulanan Türk Reklamcısı da rekabet nedeni ile düşük direnci ile bu talebi haklı saydı. Sonra da ABD'li meslektaşlarından farklı olarak '3 mesajı birden verebilmek için durmaksızın konuşan D/S' eşliğinde zorlasan 35 saniyede bitebilir senaryomsular yazdı. Bu senaryomsular Türk ve Ecnebi yönetmenler tarafından bir yandan dış sesi ihmal edilerek reklama benzetilmeye çalışılırken, bir yandan da 'hazır iyi bütçeyle iyi bir DOP bulduk' düşüncesi ve show-reel kaygısı ile en az 45 saniyeye bağlanabildi. Reklamverenin bu durumda talebi de otomatikti; "bir de 20" versiyon yapalım, dönüşümlü kullanırız"... Dolayısı ile tüketicinin TV'de gördüğü şu oldu: 20 saniye boyunca susmadan konuşan bir dış ses arkasında onun dediklerine yetişmeye çalışan bir sürü güzel renkli plan.

Şimdi ABD'de her şey internet de önemli ve reklamverenler internete özel ama buna rağmen yüksek prodüksiyon değeri taşıyan uzuuun filmer yapabiliyor. Bizse henüz "Bari 30 saniyede tek bir mesaja müşteriyi ikna edelim" noktasında. Hala tatsız bir rekabetin zaaflarıyla...

Buyrun. Asla TV'ye parası olmayacak bir marka -Lakai-, sadece internet için gidip Spike Jonze'a para veriyor ve neredeyse 5 dakikalık bu filmi yapıyor:

Kaç mesaj var filmde ve dış sesin ağırlığı ne dersiniz?

'Küçük marka cesareti' deyin geçin, moral bozmaya değmez

Cuma, Şubat 15, 2008

Sektörüm bi odun!

Kırmızı'nın töreni ve sonuçlari... İstinye Park billboard'unun günlerce süren tartışmaları... Son günlerde parçası olduğum bir kaç toplantı... Her şey bir araya gelince, söyemem lazım, çok odun var aramızda.

İşte güzel bir Sevgililer Günü işi

Cumartesi, Şubat 09, 2008

Yeni Zelanda'da neler oluyor?

Brezilya, Londra, Güney Afrika, Bangkok derken benim göndlümde bu ara reklamın kalbi Yeni Zelanda'da atıyor. Sadece iyi değil yeni fikirler artık oralardan geliyor ve Avusturalya bile bu kaynağa yakınlık nedeni ile yıllar sonra iyi reklam yapıyor.

Yeni Zelanda'daki bu çıkışın nedeni nedir bilmiyorum ama bu ara hayranlarıyım. Daha önce de etkilendiğimi söylemiştim, (ikinci defa) bundan sonra da alkışlamayı sürdüreceğim

İşte DDB'den bir loto reklamı:

Cumartesi, Ocak 26, 2008

Skins'e dikkat

Acaip bir şey. Müthiş ince yanları var. Şimdilik bir kaç bölüm izledim ama bu bir gençlik dizisiyse ve Dawson's Creek'ten buraya geldiysek (10 yıl sonra) çok korkmak lazım.

Cuma, Ocak 25, 2008

Dove'dum Dove oldum

Dove'un bu gidişatı nasıl yahu? Bundan 10 yıl önce Dove yapan bir ajansta işe başladığımda biri "Dove'u sana vericez" deseyi, koşarak uzaklaşırdım. Şimdiyse kıskançlıktan çatlıyorum. Şu filmin ve interaktif fikrin güzelliğine bakın yahu:

Salı, Ocak 22, 2008

İtalyan görgüsüzlüğü


İtalyanlar Mini ve Beetle'a öykünürse ne olur? İşte Fiat 500 için yapılmış bu iş, bu sorunun güzel bir cevabı.

2008'in "car of the year"ı (amma para vermişlerdir) 500 için 2008'in 500. saatinde Londra'da bu yapıldı.

Londralıların dünya harikası olmasını umdukları, dev şehir çöpü London Eye'da böyle bir görgüsüzlük fazlası ile İtalyan :)

Cumartesi, Ocak 12, 2008

Mesleğimi seviyorum. Israrla.

Bir aya yakın zamandır suskunum. İşten ayrıldım. Tatil yaptım. Hasta oldum. İyileştim. Yeni bir işe başladım... Biraz değişti her şey. Ama ben hala ve ısrarla yaptığım işin hastasıyım.