medya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
medya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Çarşamba, Mayıs 26, 2010

Mecranın mesaja etkisi

Konu çok derin, uzun uzadıya konuşulması gereken konulardan. Ancak güncel bir örnek üzerinden pıt diye tezimi koyayım. Yıl 2007 Jeep'in Cenevre ve Detroit gibi otomobil fuarlarında kurulu bir su sistemi.

Ki aynı yıl ben de aslında bu tip bir sistemi keşke gerilla bir aktivitede kullansalar demişim. Güzel de olurmuş hakikaten çevrel (ambient) değil gerilla olsa güzel olurmuş tam da.
Bu işten tam üç sene sonra, bu teknolojiyi arada başka markalar/organizasyonlar gerilla ama amaçlı da kullanıp benim yüreğime de su serpmişken...

...Hyundai isimli -Goodby'den ayrıldı ayrılalı iyice paçozlayan marka- bu teknolojiyi kullanabileceği en enayi mecrayı buldu. İlk kullananın bir otomotiv markası olduğunu da umursamadan tutup filmini yapıvermiş Avusturalya'da.

Hayır film de güzel bir şey demiyorum ama "deneyim" odaklı ve ancak çıplak gözle gördüğünde insanı delirtebilecek güzellikte bir sistemi, 3 sene sonra ve üstelik "CGI değmemiş"(?) olup olmadığının anlaşılmamasının zor olduğu bir mecrada, insanların otomobillerden neredeyse danseden robot Angelina Jolie'ler bile yapabildiği çılgın rekabet içeren bir sektörde sen tutup ne yaptın ki....

Aferin. Teknolojileri halka indirmek ve "ulaşılabilir" kılmak da bir görev ve bunu da birinin üstlenmesi lazım. Ama işte artık bu işi yeni Çin menşei markalara bırakmak da gerek, Hyundai Goodby'nin onu götürdüğü yerden üç adım geriye gitti. Zekası da yetenekleri de iddiaları da geriledi.

(Mecra ve içerik konusunda özet görüş; gerçekten güçlü bir iletişim yönetimi nosyonu olmayan reklamverenler için mecra ve içerik ayrı ve birbirinden bağımsız yönetilecek iki basit unsur değildir. Takım elbise gibi birbirine tam uyabilmesini siz sağlayamıyorsanız, sağlayacak ajanslarla çalışmanız gerekir. Aksi halde palyaçoya dönersiniz. İçeriği elinize alıp medya ajansına gittiğinizde onlar o ceketi beğenmezler (çünkü kafalarındaki pantolona uymaz), pantolonla ajansa gittiğinizde onlar da delilir çünkü hayal kırıklığına zerk olurlar. Her iki durumda da iki ajans da işe küser ve verimleri düşer. İyi bir reklamveren ajanslarında hayal kırıklığı yaratmayandır, iyi bir ajans da diğer partileri incitmeden tüm takımı tasarlamayı başaran.)

Perşembe, Kasım 05, 2009

%4+%4. Dön de PR bültenini ört!

Ne biçim başlık ki bu?

Şöyle ki Seth Godin'in blogundan haberini aldığım bir comScore araştırması beni güldürdü.

ABD’de reklam tıklamalarının %85’i internet kullanıcılarının %8’lik bölümünden geliyormuş. Bu %8'i de %4'lük sık kullanıcılar ve %4'lük ortalama kullanıcılar oluşturuyor. Amerikan internet kullanıcılarının %84'ü ise internet reklamı tıklamıyor.

Benzer bir araştırma Türkiye’de yapılsa sonuçlar çok da farklı olmaz herhalde. Üç aşağı, beş yukarı... Ya da bugün %85 değil de yarın %85..

Dolayısı ile oranları aynen korursak, Türkiye'de tıklanan bir reklam alanı/linki, %85 ihtimalle ortalama her internet reklamının ulaşabileceği %8’lik bir kitleye ulaşıyor.

Diğer %92’ye ulaşmak için ekstra taktik, bunun içindeki tıklama yapmayan %84'e ulaşmak için de bildiğin pazarlama stratejisi bilmek gerekiyor.... Sürpriiiz!

Etrafta “x tıka ulaştık” diye hava atan "webci"lerin hepsi aslında aynı ve herkesin erişebileceği insanlara erişmiş durumda, bir hata yapmadıysan o x’e zaten ulaşır olman gerekiyor demek ki.

Türkiye’de MSN verilerine göre bu %85’i getiren x ne olmalı biliyor musunuz?

2 milyonun üzerinde (tahmini 2120 k)

Bir dijital kampanya zaten “vasat” olmak için bile bu erişimi sağlamalı.
Dolayısı ile Türkiye’de şimdiye kadar vasat kampanyalar bile parmakla sayılabilir durumda.... Eğer "nicelik odaklı" düşünürsek durum bu!

Ben kendi adıma, asla o x'leri başarı olarak görenlerden ve etkilenenlerden değilim, yapı itibarı ile nitelik odaklıyım. Bazen x'in onda birine erişmek çok daha yüksek karlılık sağlayabilir. Ama benim için bile burada tehlikeli bir yan var. Çok az marka dijital pazarlama başarısı için sadece ve sadece yüksek internet tüketimi olan (techno savvies) kitlesini hedefler. Ancak rakamlar bize 2 milyonu aşmadıkça zaten her şeyi tüketen bu kitle dışına ulaşmış olmayacağını, en iyi ihtimalle tıkların %15'inin sıradan insanlara ulaşacağını gösteriyor.

Dolayısı ile hepimizin oturup biraz daha farklı dijital iletişim yolları geliştirmemiz gerektiğini gösteriyor. Mesela satın alınmış medya alanları(bought media)yerine daha fazla sahip olunan (owned media) ya da kazanılan (earned/social media) üzerine araştırma yapmakta fayda var.

De mi ya...

Çarşamba, Ekim 14, 2009

GUNCELLEME/Medya: iletişimin en tehlikeli elemanı

Tutup da Türkiye'de medya konusuna derinlemesine girecek bir bilgi birikimim yok. Ama Türkiye'nin ilk özel TV'sini kuran Cem Uzan'ının irtica ettiği, Kanal 6'ya sahiplik etmiş Hayyam Garipoğlu'sunun katil amcası titrini aldığı, Mehmet Emin Karamehmet'inin Ergenekon kulağı olmakla itham edildiği, Aydın Doğan'ının malından fazla vergi borcu edindiği, Cavit Çağlar ve Dinç Bilgin gibi ünlü Türk hödüklerinin yetiştirildiği bir alem... Berlusconi'den renkli olmasın patronları ile ünlü bir sektör. Çalıklarıyla, Ahmet Altanlarıyla, Ayhan Şahenkleriyle daha nelere gebe kimbilir...

Ve Türkiye'deki iletişim dünyasının en önemli noktası. Yemeyip içmeyip TV izleyen bir toplumun yegane totemi. Şimdi sizle bir haber paylaşacağım. Bence etrafta dolaşan tüm kirlilik içinde son derece her şeyi özetleyen ikonik nitelikte bir haber. En popüler (tahminimce) internet gazetelerinden bir Nethaber'den:


Nişantaşı'nda arabasında öldürülen Esra Karsel'in katil zanlısı daha önce de bir hemşireyi BOĞARAK ÖLDÜRMÜŞ...

Şişli Nişantaşı'nda 6 gün önce telle boğularak öldürülmüş halde bir arabada cesedi bulunan Esra Karsel'in katil zanlısı olduğu öne sürülen şahıs yakalandı.

Nişantaşı'nda 6 gün önce aracının içinde telle boğularak öldürülen Esra Karsel'in katil zanlısının, 2003 yılında da İstanbul'da bir hemşireyi elleriyle boğduğu ortaya çıktı. Olay günü araç içinde zanlı ile ilişkiye girdiği öğrenilen Karsel'in, "En iyisi sensin" sözleri üzerine kıskançlık krizine giren E.G.'nin, cinayeti bu sebeple işlediği öğrenildi.

Asayiş Şube Müdürlüğü Cinayet Büro Amirliği'nce başlatılan soruşturma kapsamında, katil zanlısı E.G. gözaltına alındı. 2003 yılında İstanbul'da bir hemşireyi elleriyle boğarak öldürdüğü ortaya çıkan E.G.'nin, tutuklu bulunduğu Çorum Yarı Açık Cezaevi'nder firar ettiği belirlendi.

İddiaya göre, firar ettikten sonra İstanbul'a gelen zanlı, Esra Karsel ile yaklaşık 1.5 ay önce telefonla tanıştı. İkili, bir süre sonra görüşmeye başladı. Şahısların, olay günü aracın içinde ilişkiye girdikleri öğrenilirken, Esra Karsel'in "En iyisi sensin" şeklindeki sözü E.G.'yi çılgına çevirdi. Kıskançlık krizine giren E.G., araç içinde bulduğu telle Karsel'i boğarak öldürdü.


Şimdi bu haberdeki sürreel durumu gerizekalılar bile görür. Belli ki haber katil zanlısının beyanına dayalı verilmiş ve zanlının -nedense- doğruyu söylediğine emin bir gerizaka göstergesi içinde. Haberin kendi içinde taşıdığı iletişim mesajları şöyle:
1. Ölen insan pek çok insanla aynı anda birlikte olan ve onlar arasında da bir performans sıralaması tutan bir yaratıktır
2. Sadece bir buçuk ay önce ve telefonda tanıştığı bir insanla sokak aralarında, arabalarda sevişecek kadar tehlikelere davetiye çıkarmıştır
3. Bu kendini bilmez ölü, yattığı adamın bir hapishane kaçağı olduğunun bile farkında olmayacak kadar aptaldır da.
...
Dolayısı ile ailesi üzülmemelidir. Bu ölümde kızları, kardeşleri suçludur. Katil zanlısı cinsel gücü mükemmel olduğu için bu talihsiz olayın içine düşmüştür. Bir buçuk ay önce nereden kızı bulup aradığı ve ne zamandır firari olduğu ve neden İstanbul gecelerinde rahat rahat ortada dolaştığının konumuzla ilgisi yoktur.

Zavallı adam, kıskandırmış kadın bir de görüyor musun... Nefsi müdafa resmen.

Neyse. Demem odur ki. Bu sektörün otokontrolü de, ahlaki bir tavrı da, en ufak bir sorumluluk hissi de yok madem, tüketmeyelim gitsin.

Güncelleme: Bugün rastladığım bir yeni haber üzerine bu girşi güncellemem gerekti. Geçen yıl kıskançlık cinayeti olarak gösterilen ve zavallı bir kadını "ahlaksızlık"la itham eden medyam bu yıl aynı cinayeti aynı katilin yine salt beyanına dayanarak olayı bir komploya terfi ettirdi. Buyrun

İlgisi yok gibi görülüyor ama bu ülkede "suçu ispat edilene kadar herkes masumdur" ilkesi "suçu ispat edilene kadar herkes mahkumdur" ve "ortada bir suç varsa güçsüz olana atınız" ilkeleri ile yer değiştirdiği için güçsüzseniz, ölseniz bile vicdanlarda mahkum olmaktan kurtulamıyorsunuz. Türkan Hoca'ya on tane bina bile dikilse, her sokağa adı verilse o kara ona çalınmıştır ve "öteki" milyonların gözünde o bir zanlıdır.

Çünkü bu ilke yıkıldığı anda suç atmak ve suçu bulandırmak gerçek suçlunun en geçerli ve etkili silahı haline geliyor. Sonuçta bir suçlu için bu su bulandırıp yargıyı sarkıtmanın ucu zaman aşımı... Bunu yapabilecek gücünüz varsa öyle ya da böyle suçu başkasına atıveriyorsunuz ve bunu yapamayacak kadar saf ve güçsüz olan masumlar ya hapiste, ya mezarda, ya da mahkeme kapılarında, ya da oraya dahi gitmeye korkarak evlerinde mağdur kalıyorlar.

Politika ile ilgim yok ama Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu saçmalığı sırasında sadece ve öncelikle Hakimler ve Savcılar'ın kader birliğinin aslında bireysel hakların korunması açısından ne kadar tehlikeli olduğunu düşündüm, sonuçta karşısındaki hakimin atanmasında savcı beylerin parmağı varsa bir kamu davasında savcıya karşı savunma yapan avukatın işi zorlaşmaz mı? Nitekim bunca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne giden davada bu kamu çıkarı için dayanışma paktının etkisi olmamış mıdır? Ergenekon dahil pek çok davada avukatlar kamuya karşı zorlanmamakta mıdır? Uzmanlığım değil, cevapları bilmiyorum.