Perşembe, Ağustos 02, 2012

Babil Kulesi Sendromu

Yıllardır reklamcıyım, bu beni uzman yapmaz ama en azından gözlemlerimden analiz yapmama izin verir. İlk başladığımda çok kanallı TV döneminin altın çağıydı. HBB ve Tele On filan görmüş biriyim oradan başlamak lazım. Kanalların artışı nedeniyle artık eskisi gibi TV reklamının tek başına yetmediği ilan, açık hava gibi medyayı da kullanmak gerektiği tartışmaları içinde ilk ukalalıklarımı ettim. Medya ajansları ile reklam ajansları ayrılmaya ve medya planlama kavramı yükselmeye başlamıştı. Entegre iletişim kavramının moda oluşunu ve arkasından entegre iletişim eleştirilerini gördüm; daha fazla gürültü daha iyi iletişim midir? Sonra internet doğru, hemen hikayenin sonuna geldik sanmayın, internet dediysem YouTube'un Google'ın olmadığı Altavista çağından bahsediyorum. Entegre iletişimden ekmek kazanan büyük medya şirketleri bunun -yakın- gelecek olduğunda hemfikir oldu ve deliler gibi siteler açılmaya başladı. Herkes klik avına çıktı. Tahminimce son on beş senede açılmış ve ölmüş kaç alan adı olduğunu bilmek mümkün değildir ama milyarlarca olabilir. Dünya üzerinde yaşayan her insana bir ölü alan adı düşüyor bile olabilir.  Bu klik çağında çok az kişi 'deneyim'den bahsediyordu, TV çağı beyinlerinin ana determinanı tabi ki 'tıklama sayısı'ydı. Her marka tık peşindeydi, milyon tıklamalar görmeye çalışıp durduk. Bu çağın sonunda her kanalı herkesin izlemesi ve her sitenin milyon tıklanmasının mümkün olmayacağı aşikar olsa bile TV'de yüzlerce, internette binlerce kanal yaratmıştık. İşin ilginci çoğu da yaşayacak kadar izleyici buldu.

Sonra facebook'la birlikte delirdik, aman ne delirme... Her markasının facebook sayfası oluverdi. Siteler ölmeye ve tık hevesçileri facebook'a taşınmaya ve like hevesçileri olmaya başladı. Medya ajansları sosyal medyanın yakın gelecek olduğunu söyler oldu. Nitekim 2.0 çağındaydık ve eski dostumuz internet siteleri artık çok demode kalıvermişti. TV'den bahsetmiyorum bile, TV olmaz olsundu. Yaşlı, pis ve avamdı artık. İnternet görmemiş zavallılar için TV hala planlardaydı ama ta ki internet penetrasyonu tatmin edici olana kadar. Sonra kesin ölmeliydi TV. Bunu duyan markalar hevesle her dakika facebook sayfalarını yenileyip o an kaç arkadaşları olduğuna bakıyordu. Özmedya (Owned), kazanılan medya (Earned), satın alınan medya (paid) ile ilgili ilk makaleleri dün gibi hatırlarım. Bu blogun geçmişinde kendim övmüşlüğüm de vardır. Peh!

Gel gör ki yeni medya dikkat çekse de insan dediğin tanıdıklık peşinde olduğundan o yeni medyada da banali tüketmeye başladı bir süre sonra. Çok basitti insanların ulaşmak istediği; eğlence... Kimse marka mesajı ve 'like' karşılığı satılan promosyonlardan pek etkilenmiyordu. Rafta promosyonla, facebook'ta promosyon pek öyle birbirine uzaylı kavramlar değildi. Nitekim komik videolar, güzel ahlak sözleri, futbol muhabbetleri... Bunlar neredeyse izleyici oradaydı, kah internet, kah bir Acun programı, kah Serhat Ulueren... Markalar bu kez kimsenin onları (bir çıkarları olmadıkça) dinlemediğini görmüş olsalar gerek, azıcık geriye çekilip onların muhabbetine girmeye çalıştırlar. Yaşasın Hikaye Anlatım çağı! Önce YouTube tüketimine -daha üretirken adını viral koyacak kadar şapşalca bakışları ile- videoları ile girdiler. Her yerden videolar pörtler oldu; ne popülerse o... Kedi videoları, uzaylı videoları, terör videoları... Kriter ne? Kaç kez izlendiler.... E ne oldu... Her video milyon izlenemeyeceğinden etraf video çöplüğü oldu. Sonra twitter kurguları, instagram, pinterest, transmedia kurgular..

Arada mobil modası geldi... E ne de olsa herkes mobildi. Aplikasyon kriteri; 'kaç kez indirildi', oyuniçi reklam kavramı; kaç kişi oynadı... Muhabbet (conversation) desen, twitter'da kaç kişi, kaç kez konuştu... Zinhar ne dedikleri önemli değil ama yüzde kaçı olumlu onu bilsek yeter.... Eski tas, eski hamam, eski kafa, eski hata...

Dolayısı ile Don Draper'dan duyduğum kadarıyla radyodan başlayan bu 'kelle sayma' geleneği mecralar üstü biçimde ve fiberoptik hızında devam ediyor.

Her zaman, her kanalda, her programı izleyemediğimiz gibi her aplikasyonu indiremeyiz, her muhabbeti dinleyemeyiz, her videoyu paylaşamayız. Canımız çıktı, her mecrayı artık daha fazla tüketiyoruz. Hepsini sadece Pinterest'i değil, eski dostum TV'yi de. Ama her mecrada ses payı denilen (SOV) ufalandıkça ufalanıyor.

Bunu bu seneki olimpiyat iletişimi kalabalığında iyice anladım. O kadar çok markanın, o kadar çok reklam içeriği var ki bu yıl. Oturup izlemeye çalışsan olimpiyatlardan daha uzun sürdüğünü farkedersin. Elbette onlar da hepsinin izlenmesini beklemiyorlar ama yine de hepsi benzer yöntemlerle, aynı şekilde iletişim yapmaya çalışarak epey bir şanslarını zorluyorlar.

Buyrun örnekler; Nike, AT&T, Coca-Cola, Powerade, Visa, Adidas, P&G ve McDonalds

Bu iş nerede duracak?

Babil Kulesi hikayesindeki güzel ahlak dersi basittir. Hepimiz hep beraber tanrıya ulaşamayız. Hele ki aynı vesait ve strateji ile. Bir güzel düşünün, aklınızı başınıza devşirin der hikaye. Bu kule bu kalabalığı taşımaz ve kafanıza devrilir.

Eski kafalı ve dogmatik olmak istemem. Dedim ya çok uzun zamandır bu sektördeyim, bu sektörün en baba tüketici olduğunu ve değdiği her şeyi önce büyütüp sonra da tükettiğini bilecek kadar.

Kendi adıma hayatımın şu evresinde işimle ilgili tek bildiğim var; her markayı ünlü olmak peşinde bir genç gibi düşünmek lazım. Çok azı ihmal edilemez bir yeteneğe ve pırıltıya sahiptir, ne yapsa olay olur. Bazı markalar ünlü olmak için her taklayı atar, her fırsatın peşinden koşar. Bazıları neyi iyi yapıyorsa ona odaklanır ve keşfedilmeyi bekler, bazıları ise bu ikisinin arasındaki dengeyi kurabilir ve gelebileceği en iyi yere gelir. Ama hepsi aynı anda, aynı yerde ve herkese ulaşmaya çalışmaz.

GÜNCELLEME: Bari iyi de bir örnek göstereyim olimpiyatlarla ilgili. Bunları  hangi mecrada yayınlarsan yayına şahane! Ne viral olmaya çalışmış, ne entegre ne de hikaye anlatma karambolüne girmiş.
BunlarHostess... Not a sponsor :)


ve TyC