Salı, Temmuz 14, 2009

Merakla ve şüpheyle beklediğim film


Art&Copy reklamcılık ve yaratıcılık üzerine bir belgesel film. Sundance'de gösterime giriyormuş. Bu noktada kafamı karıştıran da bu.

Sundance adını duymasam, bizim 2001 krizi sürecimiz aklıma gelir ve Amerika'da da reklam endüstrisinin krizde düşen cirolar nedeni ile bu tip bir belgeseli kendisinin finanse ettiğini gözüm kapalı iddia edebilirim.

Bizde de hala var ya, basın patronları odası ilanı mesela... Aynı mantıkta "Krizde reklam yapın" baskısı.

Ama işte o zaman ne bu ismi koyarlardı, ne de Sundance'ten işe başlarlardı. Yoksa gerçekten iyi bir belgesel mi bizi bekliyor... Hani içinde özeleştiri tohumları da olan, hani şekil değil de içeriği güçlü... Hı?

Bu arada filmde göreceğimiz efsaneler. (bendeki efsanelik sıralarına göre)
Cliff Freeman
George Lois
Jeff Goodby
Rich Silverstein
David Kennedy
Dan Wieden

Daha kimler kimler... Bir Cem Topçuoğlu eksik :P

Cuma, Temmuz 10, 2009

İroni

Evet, Office kullanmak her zaman insanın yüreğini ağzına getiren bir macera olmuştur. Hele ki "şunu da yazayım da dosyayı kaydedeyim" dediğin o anlarda kilitlendiğinde...

Perşembe, Temmuz 09, 2009

İntiba


Bunu giymiş bir erkek görseniz ne düşünürsünüz?
- Genç ve becerikli bir aile babası ve motor sporlarına meraklı bir çevreci olarak önce güvenlik diyen bir maceraperest.

Var mı böyle bir insan evladı yahu... Yoksa eğer, bu markalar yanyana gelince ortaya bir sinerji değil bir şizofreni çıktığını farketsinler. Babasına özenip traş bıçağını eline alan erkek çocuğu gibi olmuş. Mış gibi olmuş.

Audi'liden piyano dersi verilir

Co-branding döneminin ne zaman nasıl başladığını tam bilmiyorum ama benim hatırladığım ilk "vay be" örnek Mercedes ve Swatch'un çocuğu olan Smart'tır. Ama bence Nike+Apple işbirliği ile ortaya çıkan Nike+ projesi co-branding'in altın çağının zirvesiydi. Bu iki seksi markanın sevişip bir de çocuk doğurması pek çok tüketim aşığını mutlu etti, gözlerini doldurdu. Bu güzel sevişme pek çok ikonik markanın da kısmetini açan bir gelişmeydi. En önemli örnek olarak, Samsung kapı komşusu LG'yle kol kola İtalya'ya gitti, biri Armani'yi öbürü Prada'yı tavladı.

Neyse. Örnek muhtelif. Uzun uzun saymanın alemi yok. Ama orada çok önemli bir ayrım noktası var. Bu birlikteliklerin bazılarında yepyeni ve inovatif bir bebek dünyaya geldi ve bu bebekler kendi kategorilerinin kurallarını altüst etti. Google ve HTC'nin Android'i yaratması gibi. Bugün, bir rivayete göre Nokia dahil, pek çok telefon üreticisi kendi Android modellerini tasarlıyor. Bir nevi Absolut-Red Bull gibi anne ve babasının iyi yanlarını taşıyan lezzetler ortaya çıkıyor bu birlikteliklerde.

Bir kısmı da sadece bir marka iletişimi çerçevesinde değerlendirilebilecek ve bir markanın diğerinin uzmanlığını kendine devşirdiği birliktelikler; Dolce Gabbana-Motorola işbirliği gibi.

Bu co-branding modası en çok tasarım yetenekleri güçlü markalara yaradı ve hepsi kendi tasarım ekibinin üzerinden yepyeni iş alanları yarattı: Philips Design, Porsche Design, Swarovski gibi...

Şimdi bu güzel dönem bence sulandı. Hele ki şu iki örneği görünce ne demek istediğim daha net ortaya çıkacak. Buyrun size Bösendorfer'e ait iki ayrı piyano tasarımı:

Bu Porsche Design'dan:


Bu da Audi Design:


Yani. Dış görünümleri hariç teknik olarak aralarındaki farkları anlayıp takdir edecek birikme sahip değilim ama bana biraz yüzeysel geliyor bu çabalar.

Porsche Design ayakkabıdan trenlere kadar geniş bir yelpaze içinde üretim yapabilen bir stüdyo ama sonuçta bu adı taşıyan her ürün tek bir Porsche algısından güç alıyor ve o algının kaynağı da ayakkabı değil otomobil. Ki keza Audi Design için de bu geçerli. Dolayısı ile bir piyano üreticisinin her ikisi ile de çalışıyor olmasının farklı uzmanlıklarla ilgilenmekle ilgisi pek yoktur bence. Tek bir amaç vardır: İyi bir marka iletişimi yapmak.

İşte bu içeriksiz ama şekilsel iletişimler beni öldürüyor. Mecra ne olursa olsun.

Perşembe, Temmuz 02, 2009

Türk olmakla ilgili temel sorunum

Bu kadar büyük bir başlık ardından İstanbul trafiğinden bahsedecek olmam biraz utanç verici olabilir. Ama bir yerden başlamam lazım.

İstanbul'a üçüncü bir köprü yapmak bazıları için kötü bir fikir olmayabilir: Şu kriz günlerinde istihdam yaratmak, garip yapılaşmış Ümraniye, Sultanbeyli gibi kamburların şehirle daha akışkan entegrasyonunu sağlamak, Marmaray projesi ile yetinmeyip İstanbul'un 2020'lerini düşünerek proje yaratmak...

Konuşsa aklı başında birileri benimle, ben bile ikna olabilirim. Köprü güzergahındaki yeşil alanların birinci ikinci köprü gibi rant amaçlı olarak tanal edilmeyeceğine, artık yok olmuş İstanbul Ormanları'nın son ağaçların kesilmeyeceğine, projenin ağaçları değil kaçak yapıları yıkarak inşa edileceğine inansam...

Ya kimse beni buna inandıramayacağı ya da kimse bana bu kadar saygı duymadığı için ikna süreci başka işliyor bu memlekette.

Bir anda çağ dışı bir bakım onarım anlayışı peydah oluyor. Bu köprüye yıllardır bakım-onarım görmüyor mu ki? Bu ne otomobil gibi 100 bin km bakımı filan mı bu, sadece geceleri değil, gündüzleri de sürmek zorunda? Son ana bırakıldı da bir ay içinde bitmezse köprü mü yırtılacak?... Sanırım yine kimse bana bir şeyler açıklamaya tenezzül etmeyecek.

Bu acaip durum başladı başlayalı, gününün beş saatini yollarda geçirmeye başlamış biz İstanbul zavallıları biliyoruz ki, tüm bunlar bizi 3. köprünün gerekliliğine ikna etmek için. Sesimizi bile çıkarmayalım diye, bu bir aylık süreçte o kadar acı çekmiş olalım ki yeni bir köprü fikri bize iyi gelsin diye.

İşte hikaye buradan başlıyor.

Çünkü bence haklılar, çünkü biz zorbalık kültürünün, sadece zorbalıktan anlayan çocuklarıyız.

Bu ülke ile ilgili şikayet ettiğiniz her şeyi düşünün. Hakkını alamama, adaletsizlik, kabalık, dışlanmışlık... ne gelirse aklınıza. Hepsinin kökeninde bir "zorbalık" bulacaksınız. En özel sorunlarınızda da bir zorbanın zulmünü göreceksiniz, dönüp en tepelere baktığınızda da... İşte o yüzden "asimetrik" kavramını daha çok duyar olduk. Asimetrik güç kullanımı, asimetrik psikolojik baskı... Asimetrik demek güç ve imkanları eşit olmayan iki gücün eşitmişcesine karşı karşıya getirilmesi ve bir tarafın tamamen çaresiz biçimde bırakılması(diye anlıyorum ben).

Yani bir başbakanla bir çiftçinin, bir mahalle ile başı açık bir genç kızın, bir üniversite yönetimi ile başı kapalı bir genç kızın, bir Halk Otobüsü ile bir minik otomobilin, bir polisle bir öğrencinin, bir çalışanla ile bir patronun, fakirle rantçının... Bu tür durumlarda taraflardan biri kendini hep çaresiz hissedecektir.

İşin ilginci, güçlü taraf için de o zayıf tarafın tekil ve güçsüz görülme ihtimali yok. Yani güçlü taraf da şeytani bir kötülük içinde olduğu için zulmetmiyor. hepimizin çok iyi bildiği tanıdığı bir ruh haline giriveriyor; onlar provakatör, onlar bölücü, onlar şeriatçı, onlar rüşvetçi, onlar ahlaksız.... Ama "onlar". Onlar çoklar ve onlar iktidarlar (yönetimdeler anlamında).

Makro neyse mikro odur. Bu şekilde her birimiz kah zulmederek kah zulüm görerek yaşayıp gidiyoruz. Ben buna mazlum-zalim sendromu diyorum.

Bize barbar deniyor olmasının hiç bir kökeni olamaz mı sizce? Barbarız demiyorum ama hala barbarlıkla ehlileştiriliyor ve onunla yaşamaya ses çıkarmıyoruz. Bunu nasıl ve nereden öğrendiğimizi ben bilmiyorum.

Peki sürekli "Türk olmayanlar" tarafından yok sayılıyor gibi hissetme ve sürekli bir dikkat çekmeye, onay almaya çalışma halimiz genetik bir bozukluk mu? Yoksa basit mi mazlum, ezik psikolojisi mi?

Bunu da bilmiyorum. Ama bu mezalim hali bana artık fazla tehlikeli gelmeye başladı. İyi bir insan olduğum için ya da medeni olduğumdan değil. Bu kurallarla yaşayamadığımdan... Metrobüse binmeye çalışırken dayak yiyip asla binemediğimi farkettiğim için; ben vergi cezalarımı popomu yırta yırta bin katı öderken bile memurlardan azar işitirken, yanımdaki kodamanın iki dakika ayak üstü numaralarla cezasını affettirebildiğini ve iltifatlarla o daireden nasıl çıkabildiğini anlayamadığım için; kriz baskısı ile arkadaşlarımı daha az paraya daha çok çalıştıran patronların, bu krizden karlı çıkmaları nedeni ile primleri toplamalarını gördüğüm için; beş saatimi trafikte geçirirken yanımdan hızla geçebilen ambulansın gerçekten görevini yapıp yapmadığından şüphe edebildiğim için; o ambülansın peşine takılmaya çalışan itlere küfretmek harici bir şey yapamadığım için.... ve diğer tüm sebepler için.

Tüm bunlar benim de bu kültür için kendimi mazlumlaştırmama ve "onlar" psikozuna girmeye başlamama neden olacak diye korkuyorum. Açıkçası mazlum-zalim olmaktan korkuyorum.

Çözüm önerim var mı? Cılız ve çok "tekil" ama var. Kendi adıma artık kendime ne kadar güçlü olduğumu ve neler yapabileceğimi sürekli hatırlatacak bir düzen içinde yaşamaya çalışacağım. Beni aşağılayan ya da küçük hissettiren şeyleri tek tek eleyip yok ederek. Böylece mümkün olduğunca, yapabildiğim kadar, zalim motifini yok edeceğim hayatımdan. Zalimlerden uzak durup kendim gibi zulüm yapma eğilimi olmayan herkesi de güçlü hissettirecek bir tutum takınmayı da bir sosyal sorumluluk olarak kabul ediyorum.

Koçsunuz siz, kralsınız, süpersiniz :)