Çarşamba, Kasım 09, 2011

Kitlesel iletişimde bıçak sırtı

Hani bana sorsalari bir anti-meth bir kampanya yapacağız ama gerçekten bu tam buğday ekmeğini somonuna banan bir gözle değil de o dünyanın içindeki insanların da empatisini kazanacak bir bakış açısı ile yapmak istiyoruz işimizi diye, aklıma önce yönetmen adı ya da yönetmene dayalı bir fikir gelmezdi. Ekipten biri 'bir fikrim var ama Aranofsky çekmeli' dese tırsardım. Requiem For A Dream sevmediğimden değil, bilakis filme bayılıyorum ama o dramatizasyonu bağımlıların algılayışı, çok da bu evrene uzak olmayanların algılayışı ve uyuşturucu denildiğinde bile kanları çekilen sıradan insanın akgılayışı arasında fark var. Doğrusu sıradan bir insanın bağımlılara karşı daha olgun bir tavra sahip olmasını istesem ona RFAD izletmem. Asla. Kendim izlerim, çünkü oradaki dramanın satır aralarını tolere edebilirim.

Black Swan'ı ya da Pi'yı ya da da Wrestler'ı da çocuklara izletmem... Daha ötesinde ana akım medyanın reklam kuşağında yayınlacak hiçbir şey için Aranofsky ya da von Trier'le çalışmam. Hayranları olsam da...

Nitekim adı Organic olmasından kelli, tahminimce indirekt olmayı sevmeyen bir ajans çalışmış Aronofsky ile, kendi adıma filmlerin yönetmenliğine de çarpıcılığına da bayıldım ama kitlesel iletişim açısından düşünüldüğünde beni çok üzdü. Bir yanım acaba bir kaç genç olsun tırsar da uzak durur mu dedirtti, ama aslında biliyorum ki milyonların bir bağımlı gördüğünde daha da beter davranmalarını, bağımlılardan korkmalarını tetikleyecek bir ton bu. Çok 'kaybedilmiş' bir konumlandırma, ölmeden öldürmüş bir bakış, iten, ezen ve suçlayan.

Aronofsky'ye kızılamaz böyle bir durumda, adamın bir tarzı ve bir bakış açısı var; bu ona Oscar da kazandırdı, milyonlarca hayran da. Ama onun bu bakış açısı onu bir reklam yönetmeni yapmaz. Yanlış anlaşılmasın, kİmse zaten böyle bir konuda mutlu mutlu bir reklam da beklemez. Sadece bazen çıplak gerçeği yanlış kişinin yüzüne söylerseniz ve onun o gerçeği öylece anlamasını ve olgun karşılamasını beklerseniz yanılırsınız. Gerçeği iyice incitici bir konuma taşırsınız.

Organic'e kızdım. Reklamcılar, bağımlı yakınları ve sinema severler adına. Belki de somon salata kokan bakış açısı çok daha az düşman kazandırabilir bağımlılara ama bilmiyorum, belki bu bu ton bazılarının hayatını kurtaracaktır ve belki de gerçekten gidenler gitmiştir ve kangren olan kolu kesmek mübahtır belki...

Buyrun Aronofsky filmlerine:

The Meth Project "Deep End" (Dir. Darren Aronofsky) from :: Fred Abercrombie on Vimeo.


The Meth Project "ER" (Dir. Darren Aronofsky) from :: Fred Abercrombie on Vimeo.


The Meth Project "Losing Control" (Dir. Darren Aronofsky) from :: Fred Abercrombie on Vimeo.


The Meth Project "Desperate" (Dir. Darren Aronofsky) from :: Fred Abercrombie on Vimeo.



Burada da Animal'dan güzel yorum

Salı, Ekim 25, 2011

Reality Check

Bu ifadenin Türkçesini bulamadım. Bilen varsa lütfen söylesin.

Ama biz direkt konuya girelim: Fiyat güncelemeleri, oradan yükselen korku, ona verilen tepki... Şehitler, oradan yükselen faşizm, ona verilen tepki.... Deprem, oradan yükselen faşizm, ona verilen tepki... Son bir ayda gündem gün be gün korkunçlaşıyor, sürekli programlar iptal ediyoruz, yayını durduruyoruz, üç dakika geç başlıyoruz ve topyekün kabus görüyoruz!

Benim en çok tıkandığım konulardan biri bu. Felaket bize ne kadar yaklaşırsa o kadar kanıyoruz ya. Haiti'de olunca hayat devam ediyor da Van'da olunca gözlerimiz yaşarıyor. Bir tek Van'lı tanıdığımız olmasa da... Belki her yanımız, gündemimiz bu olduğundan, daha çok felaket haberi ve görüntüsü tükettiğimizden ister istemez etkileniyoruz, belki de gerçekten millet diye bir şey hala var. Bu böyledir, şöyledir diyemem. Tıkanmam ondan kelli. Açıkçası ben bu hasarda seçicicilik işinde iyi değilim. Hatta yaklaştıkça hasar daha da tepkilerimi gizlemek üzerine yoğunlaşıyor beynim. Daha kabuklu tepkiler veriyorum.

Ama bu kez kendi tepkilerimin de başkalarının tepkilerinin de samimiyet mi olduğu yoksa koskoca bir popülist sığlaşma içinde mi olduğumuzu tartamıyorum. Hepimiz bir anda melek olduk. İşte Türk halkı bu kötü günde kenetleniveriyor diye yorumlamak da mümkün bunu, her şeyi hızlı tüketmede nirvanaya vardık ve bir iki güne geçer diye diye düşünmek de. Neden komşu ülkelerin yardımını kabul etmiyoruz? Acıların bir an önce dindirilmesinde samimiysek, neden tüm ilk yardım eğitimi sahibi insanlar seferber olup oraya gitmedi? Bir SMS ya da çocukların eskilerini belediyeye gönderecek kadar meleğiz ve ağladığımız için samimiyetimiz sorgulanamaz... Dev bir deneysel pazarlama evreni içinde yaşıyoruz sanki, her şey pazarlandığı ölçüde ve şekilde gündeme oturuyor... Sosyal medya depremde etkisini gösterdi... Peh peh, öyleyse sosyal medyaya yatırım yapsın reklamverenler... Alınacak mesaj bu mu? Onur Air yanlış anlamış nitekim.

Bir yanım da tüm bunların iyi gelişmeler olduğunu ve sayısız insanın bu popülist ya da değil gündem sayesinde kurtulduğunu ve topluca bir konuya odaklanırsak devletin ve herkesin aksiyona zorlanabileceğini söylüyor. Aferin o yanıma. Ama o yanım bu yüzeysellik içinde bolca çadır gönderilebileceğini bilse de ne binalaşmanın kalitesinin artırılacağı konusunda ya da Kürt Sorunu (ya da Türk sorunu) açısından çözüme dönük adımlar atılacağı konusunda bir iddiada bulunamıyor. Yüzeysellik palyatif çözümlerde işe yarıyor ama gerçek çözümler popülizmden çıkmıyor.

İşi sanmayın ki iletişimle bağlamayacağım.

Mayıs ayında galiba Chanel markası Karl Lagerfeld'e bir kısa film çektirdi. Filmin adı "The tale of a fairy" (Bir perinin masalı - 'fairy tale'den farkını sormayın).


Film 25 dakika kadar sizi bir masal alemine götürüyor. Çok özel bir hikayeyi, çok özel bir stille anlatıyor. En havalı trendlerin hepsini yansıtıyor bu video; co-creation var, digital media için yaratılmış bir content, celebrity var, prodüksiyon kalitesi gırla.... Yani bir yüksek moda markasının -kitaba göre- yapması gereken ve yapmasının çok da faydalı olacağı bir sosyal medya halkla ilişkileri işi. Ama benim kafamdaki soru şu; acaba kendi yarattığımız popülizm içinde biz içeriği de yüzeyselleştirdik mi?

Daha net sorarsam, tüm "özel" olması gerekenleri çok mu sıradanlaştırdık? O kadar çok sayıda yapılıyor ki bu tip işler, güncel ömürleri günlerle hatta saatlerle kısıtlı kalıveriyor. Bu kadar çaba on beş dakikalık şöhret için değer mi? Değerli olan her şey çok mu ayağa düştü... Duygular,ahlak, ilkeler, idealler... Kendi kendimize "sacred" diye tanımladığımız her şeyi çok mu ekspoze ettik? Kendimizi hızla yiyor muyuz?

İletişimde böyle bir korku olması imkansız, biz hala en aptal Facebook aplikasyonunun Marketing Türkiye'ye haber olduğu bir çağda yaşıyoruz. Ama itiraf etmem lazım, bu kaotik dönemden çıktığında dünya geriye pek bir medya kalmayacak, en azından kredisi yüksek bir medya kalmayacak.

Nasıl ki biz sadece kendi yakınımızdakine karşı kayıtlıyız, hani uzaktakini duysak da duymuyoruz yakında sadece "gördüğümüz" görülebilir. Yakınımızdan da çok ses çıkmaya başladığında (deprem, şehit, kriz...) onlarda da algıda seçici olmayacak mıyız? Yakınımız bize biraz daha yaklaşmayacak mı?

Ne yapmış Chanel? Niye yapmış? Gerçek hayatla ne ilgisi var? Bana ne diyor? Niye bana bunu diyor?

Velev ki çok haklı nedenleri var, benim bu videoyu görmüş olmam çok saçma. Benim uzağımda kalaydı. Görmeyeydim.

Aynı şeyi Türkiye'deki reklamların hemen hemen hepsi için söyleyebilirim.

Çarşamba, Eylül 14, 2011

Adaptasyon kazası


Bu reklam size tanıdık geliyor mu? Muhtemelen Hong Kong yerine İstanbul'un adı geçtiği raket uygulamalarını görmüştür İstanbullular

Bu uygulama DHL'in 180 Amsterdam imzalı global kampanyasının bir parçası. Reklam sadece Türkiye'de değil 42 ayrı pazarda adaptasyonu yapılarak kullanılmış durumda. Diğer yaratıcı işlere de bir bakalım (bu arada 'yaratıcı iş' ne saçma bir laf, 'yaratılmış iş' ya aslında o, islamcı gibi mi konuştum :) neyse...)... ehem, konuya dönüyorum;





Kampanya güzel, fikir klişe ama uygulamalar cillop. Peki benim derdim ne? Derdim şu;

Adaptasyonu yapan ajansın sorumluluğu diğer endüstrilerle ilgili bir "bilge"lik yaparken o endüstriyi iyi anlamaktır. Reklam, iş yaşamından bir haber olamaz.

Yukarıdaki raket, tam da İstanbul Fashion Week döneminde döneminde yayındaydı. Doğrusu iş de zaten Fashion Week için yapılmış ama Hong Kong Fashion Week değil Paris Fashion Week için. Çünkü fikir nereden geldiği ile ilgili değil, ne kadar çabuk geldiği üzerine. Yani bu reklamın mantığı "Aferin bak Çin yapımı Paris'te sergilenmiş" demiyor. Bilakis, "bak bu fashion week'te gördüklerin dün taa Hong Kong'daydı" demek için. Yani sujenin orijinde değil varış noktasında olması asıl fikri ikna edici kılıyor. Hong Kong'da yayınlanmak için olsa bu iş Fashion Week işi olmaz.

Ama bizim şu başa bela kompleksimiz, işe karışmış herhalde. "Burada dikiyoz, 'made in Turkey' o ünlü mankenlerin giydiği" seviyesindeyiz hala. Halbuki defile burada be arkadaşım, defile Istanbul'da, yani yine diyebilirsin dün Hong Kong'daydı, bugün İstanbul'da deflede diye. Yok "Çin malı ters teper buradaé dersen, başka bir ülke seç, Fransa de farketmez, ama bu kadar moda esndüstrisinden bi' haber davranma. Biz son ütücü değil, tasarımcıyız bu hafta. Bırak bir keyfini çıkaralım.

Ve bakma sen, bu moda tasarımı işinde de epeyca iyiyiz.

Çarşamba, Temmuz 20, 2011

Şike ve etik sorunların gölgesinde algı yönetimi

Fenerbahçe camiasını anlamakta zorlanıyorum. Baktıkça bana psikolojik matem sürecini anımsatıyor hal. Ölümcül hasta yakınlarını uyarırlar başlarına gelecekle ilgili; önce inkar edersin, sonra isyan edersin, sonra pazarlığa girişirsin, ardından depresyon gelir ve kabullenme en son aşamadır. Kabullenme gerçek matemi hakkıyla yaşaman dönemidir. Çok sağlıklı bir dönemdir.

Terbiyesizlik etmek istemiyorum, bu benzerlikten bir mesaj vermeye de çalışmıyorum ama sonuçta 'matem' bence Fenerbahçelilerin içinde bulunduları durumu biraz anlatıyor. Beklenmeyen bir "kaza"dan sonra; doğru olamaz, herkes bize karşı, dava bitene kadar karar çıkmasın... bu evrelerden geçiyoruz.

Mesele hukuki haklara, masumiyet ilkesine ve tutuklu yargılanmanın insani boyutunu tartışmamıza neden olduğu için ben çok mutluyum ama Fenerbahçelilerin ne tartıştıklarını bildiklerine emin değilim.

Çok ters bir örnek vereyim. Konu silahlı örgüt konusu ya, diyelim ki bir oteller grubu yöneticileri örgütlü bir şekilde beyaz kadın ticareti yapmak iddiası ile tutuklandı (lütfen yine bir ima ya da benzetme yaptığım düşünülmesin, egzajere ediyorum). Bu insanların tutuksuz yargılanma hakkı yok mu? Suçları ispat edilene kadar masum değiller mi? Diğer işleri, malvarlıkları, otelleri çalışmayı sürdürür mü? Buraya kadar bence de cevap evet, patronu ahlaksızsa otel komisi niye işsiz kalsın? Neden sermaye çürüsün? Neden rezervasyonlar yansın?

Peki durumu ilerletelim, diyelim ki hukuki sistem nedeniyle bu dava çok uzun yıllar sürecek... E adamlar dışarıda, işleri yolunda ve yargı süreci sürüyor. Otelde de bir takım şüpheli durumlar, çekik hanımlar filan devam ediyor. Bu sizce hukukun caydırıcılığı zedelemez mi? Adaleti gölgelemez mi?

Bir adım daha ilerleyelim, bu ülkede görmeye çok alıştığımız şekilde diyelim ki bu dava da hukuki zaman aşımı nedeniyle düştü... Bu sonuç bize emsal olmaz mı?

Bu suçu teşvik olmaz mı? Yan otel görevlisi biraz aptal hissetmez mi?

Dolayısı ile bence Fenerbahçeli dostlarımız haklı, yıllarca sürecek bir dava başlamadan infaz çok adil değil.

Peki Fenerbahçeli dostlarım hukuki düzenin düzelmesi için de bir adım atacaklar mı? Diyecekler mi, dava çabuk bitsin, bitene kadar rahat edemeyiz.... Bilakis aceleye getirilmesin demeye devam mı? Bu dava uzadıkça adalet yerini bulacak mı?

Bir benzetme daha yapayım. Şu an Kulüpler Birliği yanında ya Fenerbahçe'nin, yayıncı kuruluş da yanında, GS hariç tüm kulüpler de bilfiil lig başlasın istedi... Malum; havuz, pay, para...

Peki diyelim ki başladı, cukkalar cebe. Bilmemkaçıncı hafta Guiza eliyle bir gol attı ve hakem golü verdi. Taraftar ne diye bağıracak? İlhan Cavcav maç sonu ne diyecek?... Bu etiketle bu paketle beş yıl yaşanır mı?

Açıkçası FBnin elinde tarihi bir fırsat var. "Yas" moduna geçmeden, direkt deseler ki; "İnanmıyoruz ama kamuoyu vicdanı bizim dememizle ikna olmaz, anlıyoruz. Ligden kendimiz çekilmek istiyoruz ancak bir şartla, biz bu zanla yıllarca başedemeyiz, başkanımızın ve tüm diğer yargılanma sürecindeki tutuklıların ömürlerini hapisanede çürütmelerine daha fazla göz yumamayız. 23 milyon FBli hukuki reform isiyoruz, o reform çıkana kadar da birinci lige dönmeyeceğiz. Çünkü biz havuz geliri olmadan yine FB oluruz ama FB olmadan Türkiye Ligi asla keyifli olamaz"

Var ya işte bunu deseler FBli olurum.

Pazarlamaya bağlayacak olursak. Eğer bir marka olumsuz bir kamuoyu baskısı altındaysa defansf olması beklenir ve defansif bir tavır asla ikna edici değildir. Asıl maharet o algı ile birebir yüzleşip çözüm için somut ve ikna edici bir adım atmaktır.

Bakınız ünlü çocuk işçi çalıştırma sorunları ile boğuşan Nike neylemiş. Neylerse güzel eylemiş :)

Cuma, Temmuz 01, 2011

Hep aynı hikayeyi okumak




Cannes'da bu sene Gümüş alan bir iş bu...

Ama bu iş hakkında konuşmayacağım da tam tersi hakkında konuşacağım. Türkiye'de dört iletişim markası: TT, Turkcell, Vodafone ve Avea.

Dördü de komedyenlerlere dayalı bir karakter yaratımı yöntemi kullanıyor: Cem Yılmaz, Şahan Gökbakar, Şafak Sezer ve Ata Demirer... Neden?

Tüketici neye göre karar verecek? Kimin esprisi daha güzelse, kimin komedyeni daha komikse en iyisi o mu? Artık mesajların algılanmadığı ve sadece fıkralara gülündüğü durumda rekabet öğesi nedir?

İtiraf edeyim ki, Turkcell'in Ozturkcell çıkışını beğenmiştim ilk aşamada, çünkü bu yeni yapı ile Vodafone'u köşeye sıkıştıracağını düşünmüştüm. Bir markanın kendini kısakananlar üzerinden şaka yapması, kıskananın şaka yapmasından daha sahici çünkü.

Ancak görüyorum ki, onlar lider tavrı yerine 'challenger'a daha yakın biçimde kendi promosyonlarını övüyorlar. Promosyon ya da fiyat Turkcell'i lider yapan unsurlarsa, böyle devam. Yok değilse, yakında Şahan'ı bilmem kaçıncı kez bambaşka bir kılıkta göreceğiz.



Açıkçası ödediğim faturaya bu kadar acıdığımı hatırlamıyorum, vergilerim bile daha iyi yere idiyormuş gibi...

Avea'ya şu an hiçbir şey diyemem, ikinci sınıf olmadıklarını ispatlamak için daha üst ligde bir komedyene geçmek zorunda kaldılar belki ama zaten yıllardır aynı komedi ekseninde iletişim yaptıkları suç. Bence şimdiye kadar yapılmış en büyük hata "Oh be" platformundan çıkmaktı. Karakterlerden kurtulup "Oh be" ile devam etselerdi, ne Vodafone oraya girebilirdi ne de Avea üçüncü lige düşerdi...

Türk Telekom tamamen ayrı dava. Orada görgüsüzlük pazarlama bilgisinden daha çok gibi, ama en iyi komedyen de onlarda. Yapacak bir şey yok.

İşin ilginci bu garip ve artık akılcı olmaktan çıkmış rekabetin -şimdilik- en akıllı oynayanı Vodafone ise muhtemelen yarattığı kötü kahramanın iyi kahramana dönüşmekte olduğunu farkederek, ufaktan oralardan çıkıyor ve Berke Hürcan'lı bir acaip dünyaya geçiyor. Ki yine komik, yine seri... Ne yeni ve ileri anlamak güç şimdilik.

Bu sektör, şu an etrafımda gördüğüm markalaşma ve rekabet sofistikasyonu en yerlerde sürünen sektör. Bildiğin fıkralarla hayatlarını sürdürüyorlar ve o kadar çok para harcıyorlar ki... Bu kadar gürültü, komiklik ve cıvıklıktan sonra kendilerini süper köşeye sıkıştırdıklarını düşünüyorum. Bir sonraki adımda ne yapacaklarını merakla değil, korkuyla bekliyorum...

O yüzden yeniden başa dönelim, bir hikayeyi anlatmanın pek çok yolu var. Herkes, aynı anda, aynı hikayeyi ve aynı yöntemle anlatırsa o hikaye fazla sıradanlaşıyor.

Salı, Mayıs 17, 2011

En zoru basit fikir bulmak

Bu aralar işten biraz kafayı çizdim. Buraya da yeterince yazamadığım için kızgınım kendime. Tutup da zamanın bana bir şeyler yapabilmek için izin vermesini beklemek ve kafamın içinde sürekli kendime 'vakit yarat' demek de çözüm değil. Artık o nedenle daha kısa cümleler ve daha konsantre bir tavırla yoluma devam edeceğim.

İşte bir örnek; iyi fikir beklemeyeceğimiz bir ülkeden ve basit ve net ve akıllıca ve ucuz ve iyi...


Öyle zor ki basit fikir duymak bu aralar... Belli kalıp ve tonlara öykünmeden, başka işlere kıskançlık hissettitirilmeden, pahalı ve gösterişli olduğu için değil, iyi olduğu için etkili olacak fikir duymak...

Her görüldüğü yerde takdir edilmeli iyi fikir.

Pazar, Nisan 10, 2011

Neden?

İlk hangisiydi hatırlamıyorum ama galiba ilk çok popüler olanı Audrey Tautou'lu Channel No:5'tı... Ya da Haydarpaşa bağlantısından bana öyle geliyor... Herneyse, 2009'daydı bu.

Ha tabi daha öncesinde Wong Kar Wai'nin iki filmi daha vardı; biri ünlü There's Only One Sun... Hoş orada sektör gereği kısa filmin bir senaryosu ve iletişim anlamı vardı, onu saymayalım, sene 2008.

Diğeri de Dior için yaptığı işbu video, ki bu da popüler olmadı:

Ama bir yıldır neredeyse her moda ve lüks tüketim markasının bu 90"-300"lik önemli yönetmen+ünlü oyunculu tematik kısa filmleri ortada cirit atıyor. Artık hatırlamadığım onlarca örnek var.

En son artık Aronofsky de Yves Saint Laurent'e çalışınca artık sormak istiyorum: Neden?

Ne oluyor bu filmleri yapınca, amaç TV'de yayınlanacak 30"lik filmlerin yanısıra sinematografik bir kısa film sahibi olmak mı? İnternet mecrasını kullanmanın en iyi yöntemi diye mi, yoksa ünlü kullanımının yeni mantığı mı? Kimin ne işine yarıyor bu filmler? Neden bu kadar sanatsallar ve benim gibi düz kafaların anlayamayacağı şekilde tasarlanıyorlar? Birbirlerinden nasıl ayrışıyor bu markalar? Hepsi birbirine benzemiyor mu?.. Çok güzel olduklarını anlıyorum ama çok mantıklı birer iletişim yatırımı olup olmadıklarını zinhar anlamıyorum?

Lütfen, bilen anlayan varsa beri gelsin... Yoksa bir tane daha izlersem delir'cem...





Çarşamba, Mart 23, 2011

Projection Mapping'de yeni ufuklar

Bir süredir birbirinden güzel projeksiyonla eşleme (projecion mapping) uygulamaları görüyoruz. Üç boyutlu, iki boyutlu, artistik, tematik... Hatta İstanbul'da da başarılı uygulamalar görmeye başladık.

İş tabi önce yine çok teknoloji odaklı bir yeni kullanım olarak değerlendirildi, sonuçta şehrin içinde dev bir perde gibi görüldü. Ama artık her teknoloji gibi bu teknoloji de kitleselleşiyor, uygulama sayısı artıyor ve farklılaşmak zorlaşıyor.

Şu aralar iş farklı boyutlara da gitmeye başladı. Benim en sevdiğim örnekler ve modeller;
1. Projeksiyonla eşleme hikaye anlatımları

2. Projeksiyonla eşleme entegre deneyimsel iletişim : (Adidas-All in one partisi aşağıdaki)

3. Projeksiyonla eşleme çevrel (ambient) iletişim (markalı örneği yok gibi):

projection animation test from reanimatr on Vimeo.


İlk ikisi için yine perde işlevi görebilecek bir zemin yeterli, ya Aslantepe stadındaki gibi bir alan ya da Beylerbeyi Sarayı gibi bir cephe varsa insanları bir yere toplayıp istediğinizi yapabilirsiniz. Perde sabit, insanlar sabit... Tek yönlü bir deneyim için mükemmel bir perde bu mesela;

Ama üçüncüsü çok daha acaip... bir vapur ya da dev bir tanker düşünün ya da örneğin Kadıköy'deki balonu...

Pazar, Şubat 06, 2011

Maç öncesi

Biraz uzmanlığımın dışına çıkmamın kimseye sakıncası yoktur umarım. Bugün İnsan Kaynakları Yönetimi konusunda bir ukalalık yapacağım.

Az önce Ali Turan'ı Antalyaspor'da ve gayet de iyi oynarken görünce düşünmeye başladım. Bu adamda ne değişti?

Şimdi önce geçen yıl lig sonundaki (2010/06) GS kadrosuna bakalım:

Ardından şu anki kadro:

Sadece 14 oyuncu ortak... Gerisi tamamen değişmiş durumda. Üstelik Son iki yılda iki kez değişmiş durumda. Bu listede ne Elano var, ne Alparslan Erdem var, ne Mehmet Batdal var, ne Ferdi Elmas, ne de başka isimler.

Listeler arasında sadece 14 isim ortak ve bu isimlerden iki yılda düzenli olarak top oynadı diyebileceğimiz (resmi maçlarda 50 ve üzerinde maça çıkmış)oyuncular; Arda, Mustafa Sarp, Sabri, Kewell ve Servet.

Beş kişi.

Herhalde daha beter bir insan kaynakları yönetimi olamaz. Adnan Polat döneminde tahminimce kırkın üzerinde oyuncu alıp satan takımın yaklaşık beşte biri aynı kalmış. İskelet dedikleri mantık bu değil tabi ama belli ki GS yönetimi "iskelet" kavramını yanlış anlamış; Servet ve Sabri, önlerinde Sarp ve Arda, ileride de Kewell... Bu beşli bile iki yıldır oynanan seksen civarı maçta kaç kez bir arada oynamıştır acaba?

Bu yüksek kadro değişimi oranına bir İnsan Kaynakları Yönetimi fenomeni olarak ve bir eleman değişimi (turnover) perspektifinden bakarak analiz edersek, belki de Adnanlar-üzeri ve daha nesnel bir yaklaşım ortaya koymuş oluruz diye düşündüm ve bu durumun olası sebeplerine şuradan ulaştım. Birlikte üzerinden bir geçelim:

1. Zayıf çalışma/eğitim (poor training): Rijkaard döneminde gündemde olan bu bahane, Rijkaard'dan sonra da sürdüğüne göre ciddiye alınmalı. Eğer takım uyumuna dönük eğitimler ya da geliştirilmeler düzenli değilse ve yeni gelenlerin adaptasyonu sadece eski oyunculara bırakılırsa sorun yaşanabilir.
2. Zayıf takım liderliği (weak team leadership): Teknik yönetim ve klüp yönetimi anlamında bir sorun olduğu konuşuluyor. Haricinde Arda'nın kaptanlığı uzun süredir tartışılıyor ve onun yokluğunda Ayhan ya da Sabri'nin takımı daha iyi motive ettiği söylenemez. Doğrudur, maalesef Hakan Şükür'den bugüne, saha içinde bir lider göze çarpmıyor. Ancak kaptanlık, takımdaki oyuncuların değişimine neden olacak bir sorundan çok, başarısızlığa bir etken olarak görülebilir bir durum.
3. Düşük ücretlendirme (paying too little): Bilakis son iki yılda özellikle ödemelerde kritik bir sorun yaşanmıyor gibi görünüyor. Ancak pahalı transferler belki de takım içindeki dengeleri bozup "adaletsizlik" yaratmış ve bu da takımı etkilemiş olabilir.
4. Gerçekçi olmayan beklentiler (unreasonable expectations): Şampiyonluk ya da UEFA hedefleri artık hijyenik beklentiler olduğu için Türkiye'de bunu da saymayalım. Ancak takımın değişime rağmen sürekli şampiyonluk beklentileri ile lanse edilmesi uyum oluşturulmazsa elbette bir sorun.
5. Yüksek dönüşüm kültürü(a culture of high turnover): Hiçbir zaman GS camiasının amaçladığı ve planladığı bir durum ortada yok.

Toparlarsak GS takımındaki önlenemez oyuncu değişiminin ana nedenleri şunlar olabilir; bir oyuncu adaptasyon programının olmaması, kötü klüp yönetimi, gerçekçilikten uzak başarı şartlanması.

Peki kötü yönetim oyuncu kaçırır mı? Bunu da kendi iş hayatı deneyimlerimle açıklamaya çalışırsam. Eğer;
- Yönetim bariz sorunlara müdahale etmiyorsa, yani yanlış olan şey belli ama değiştirilmiyorsa,
- Adalet yoksa, hakeden hakettiğini almıyor ama haketmeyen alıyorsa,
- Takım içinde ortak bir hedef doğrultusunda bütünleşme yoksa, çoğunluk optimist değilse,
- Çalışma ortamı stresli, gerilim dolu ve/veya huzursuzsa,
- Ekibe net, gerçekleştirilebilir ve motive edici hedefler ve bu hedefler doğrultusunda eğitim verilmiyorsa,
- Başarızlık çok ağır şekilde cezalandırılıyorsa ve tolerans yoksa...

Tüm bunlar çalışanı kaçırır ve bunlar düzelmedikçe başarı gelmez.

Şimdi önümüzdeki maçlara bu konularda emareler arayarak bakalım.

Çarşamba, Ocak 26, 2011

İdeal kampanya formatım

Bir kaç hafta oldu The Recording Company'nin Life is Music is Life kampanyasının mobil platformu olan Music Mapper ile tanışıp hastası oldum. Kampanyayı sadece dijital dünyaya ait sanarken birikmiş rss beslemelerimi okurken kampanyanın aslında tam anlamı ile entegre olduğunu gördüm.

Chiat Day\Los Angeles imzalı kampanyanın her bağlantısı özenle ve beceri ile kurulmuş. Müthiş bir ünlü kullanımı var. Dolayısı ile kampanya her anlamı ile bir reklamcılık dersi.

Öncelikle kampanya başlığı tam bir bütünsel fikir olarak ortaya konuyor. Basın ve TV'de (daha doğrusu reklam filmlerinde) Katy Perry ve Eminem gibi Grammy kazananların hikayeleri birer vaka gibi ortaya konarken, ilan ve açıkhava uygulamalarındaki QR kodları, hayatı müzik olan Grammy kazananların/adaylarının ödül ve performans videolarına ulaştırıyor. Önce bir bunlara bakalım. Tam sırasına emin değilim ama Eminem videosu:

ve QR destekli basın/açıkhava uygulamaları:




Ve ardından Katy Perry videosu:

Bu arada kanatimce kampanya sitesi ve mobil uygulama hepsinden önce sessiz sedasız yoluna başladı:

Ardından da kampanyanın YouTube kanalı üzerinden bu dijital fikrin iletişimine başlandı:

Bu arada kampanyanın twitter ya da facebook bacakları elbette var ama bunla böbürlenmiyor. Ben de marifetmiş gibi onlardan bahsetmeyeceğim. Ancak günün sonunda işin dijital ayağı tek yönlü mecranın başlattığını tamamlıyor, yani artistlerin yaşamındaki müziği orada bırakıp sıradan insanların yaşamındaki müziğin hikayesini anlatmaya başlıyor.

Özetle durum şu; muhteşem bir tekil platform. Muhteşem güzellikle uygulamalar ve müthiş (nispeten) prodüksiyon masrafları ile harika bir entegrasyon, harika bir mecra/görev dağılımı, zekice şöhret kullanımı...
Çok inandırıcı bir kampanya, çok cazibeli bir kampanya. 2011'imin şimdilik en iyisi, allahtan daha Ocak ayındayız :)

Pazartesi, Ocak 24, 2011

Viral Factory aşkı, TT Arena ve Skins aynı başlığa sığar mı?

Elbette ki hayır. Ama mecburum bu aralar yazmak istediğim çok şey ama çok az vaktim var. O nedenle sığmak zorunda. Bakalım.

Şimdi önce en kolayından başlayalım. Hayranı olduğum Viral Factory, yine en sevdiği müşterisi Samsung için ilginç bir iş yapmış;

İşin ilginçliği sadece fikrin orijinalliğinden gelmiyor. Filmi izleme tahammülü olmayanlar için özet. Bir balonla uzaya kağıt uçaklar çıkarılıyor, bu uçaklarda Samsung marka hafıza kartları var ve uzayda balondan uçaklar bırakılıyor. Basitçe bu kartların dayanıklılığı ispatlanacak kartların sağ salim dünyanın dört bir yanına sağlam inmesi ile. Dolayısı ile tepenize bir kağıt uçak inerse kalp krizi geçirmeyin.
Ne demiştik... Orijinallik sadece fikirde değil. Orijinallik Viral Factory gibi bir liderin geminin burnunu nereye çevirdiğinde. Diyor ki Viral Factory aslında ¨mış gibiyapan¨internet çabalarından kopun ve gerçek bir şeyler yapın. Devir samimiyet devri.

Devir samimiyet devri demişten TT Arena meselesine geçelim. Tüm stat ıslıkladık, evet, ıslıkladık. Saygısız ve nankör olduğumuzdan değil, bu işin diyetini taşımak istemediğimizden. Kendi vergimiz bize geri döndüğü için minnetkar olamayacağımızdan, bilakis nankör olmadığımızdan ve Özhan Başkan'ın çektiklerini dün gibi hatırladığımızdan. Viral Factory'nin testi gibi gerçekti o tepki ve bir kültürün dayanıklığını göstermek yönündeki ilk iradesiydi. Çabuk söner diyor bazıları ama benim gibiyse tüm futbol severler ve hala mertlik varsa içlerinde bu bazıları için rüzgarın ters dönme anıdır. Göreceğiz.

İşte o samimiyetten son konumuza da bağlanabiliriz. En sevdiğim -tüm zamanlarda- dizi olan Skins'in ABD versiyonu MTV'de yayınlanmaya başlandı. Tam bir hayal kırıklığı. Anidan bir ucuzlama ve paçozluk;

Ancak bu hali ile bile bir anda tepki toplama rekoru kırdı. Hatta bu tepkiler bize bile ulaştı. Pedofili diyor ABD kamuoyu, çünkü onlara gençlerin dünyası hala Glee geliyor. Skins'in masum olduğunu iddia etmeyeceğim ve hatta aşırılıklarını kabul ediyorum ama samimiyetse bu yazının konusu, Skins'i gençlere çok şey öğretecek bir kurgu dizi olarak görüyorum. Dawson's Creek gibi bir psikolojik zorlama olmaksızın yepyeni bir hayal yaşam ve cesaret pompası Skins. Çoluk çocuk izlemese de olur ama şiddet ya da Jack Ass'se alternatif, Skins kadar kralı yok.
İngiliz versiyonu da beşinci sezona başlayacak ve ben hasretle bekliyorum;

Kısadan hisse; ben Galatasaray taraftarının tepkisini, Samsung'un ve Viral Factory'nin internet iletişii anlayışını ve UK versiyonu Skins'i aynı Cesur Yeni Dünya'nın güzel ipuçları sayıp umutlanıyorum.

Pazartesi, Ocak 03, 2011

Kimse kanmasın alla' alla'


Hani internet farklıydı? Hani bu mecrada insanlar "reklam" izlemek istemiyorlardı, hani o yüzden "viral(?)" videolar yapmalıydık... Hani marka görmek istemiyorlardı, o yüzden kullanıcı kaynaklı içerikler (UGC) daha başarılıydı... Hani internet ucuzdu, kolaydı, gençti, cin gibiydi, bu mecrada kimse "pazalamacı numaralarını yemez"di... Old Spice'tan önce de çok amareler belirmişti ama görmek istemeyen göz görmüyor. İnternetteki insanların TV izlemediği, TV tüketicisi ile internet tüketicisinin farklı olduğu o günler geride kaldı. Daha önce dediğim gibi birinci nesil nördlerdi o TV kitlesinden farklı olanlar, artık internet kitleselleşti ve kuralları değişti. Yüzleşin!

Artık internet fikirlerinin de kitlesel olmak zorunda, stratejileriniz de. Yüzleşin!

Evian bebeklerinde bile farketmediniz, uyanmadınız. Şu videoya bakıp TV reklamından farkını bana söyleyin!


Siz söyleyemezsiniz ben söyleyeyim. Hiç bir farkı yok aslında, ama bu mecrada izleyici yorum yapabiliyor, anından beğenisini ifade edebiliyor, en basitinden izlediğinde bir sayaç bir ilerliyor... Dolayısı ile TV reklamlarının etkisini izleme (tracking) araştırmalarının yansımalarından kesik, kırık gören pazarlamacı dijitalin etkisini gayet somut figürlerle görebiliyor.

Dijitale bir de buradan bakın, belki tüm yanlış anlamalar sona erer.