Perşembe, Haziran 18, 2009

F1'in kazanan markaları


Bu yıl sıralama turlarında İstanbul Park'taydım. Yarışın ve pistin oldum olası sürekli-değişecekmiş-gibi-duran-adlarının-son-sürümünde bir ING var ama nerede nasıl hala ezberleyemiyorum. F1 Turkish Grand Prixing değil, bir ona kefilim.

(İşbu resimde en sağdaki arslan yerini beğenmemiş ve çatpat Türkçesi ile kendini ifade etmeyi becememiş olacak ki "ağzı düşmüş" biraz.)

İşin doğrusu ben ne WRC, ne Nascar, ne F1, ne Le Mans, ne de PlayStation yarış oyunlarından anlarım. Anlamam dediğim, hepsi bana birer dev ARGE operasyonu gibi gelir ve işe buradan bakarım. Yoksa takımları, şöhretleri ve sonuçları beni çok fazla heyecanlandırmaz. F1 ise tüm Avrupalılığı ile en sofistike ve iyi tasarlanmış yarıştır bence. Her şeyin en iyisi (high-end) oradadır; basının, eğlencenin, tasarımın, motorun, teknolojinin ve pazarlama araçlarının.



Bu müthiş pahalı oyunun yapı taşları bu yüzden benim için de incelenmeye değer. Ben de Türkiye Bridgestone ekibin carluvr takipçileri için yarattığı ve son derece "meraklısına özel" davetini Yalçın sayesinde kaçırmadım ve paddock havası aldım. F1 geleneklerini ve terminolojisini pek bilmiyorum, o yüzden cehaletimi mazur görün. (Hatta o gün bir ara Raikkonen'e Hakinen dedim, Yalçın kulaklarına inanamadı. O kadar.)

F1'in pazarlama açısından en ilginç özelliklerinden biri çok gerçek hayat dışı bir marka rekabeti yaratması. Yoksa gerçek hayatın hiçbir alanında Red Bull ve Ferrari markalarının birbirine diş bilediğini göremezsiniz. Ya da düzenlenen Porsche Mobil 1 Supercup için yarışan Porsche'lere dudak büküp bir an evvel pisti boşaltmalarını bekleyen kalabalıkları. F1 saf bir PR operasyonu aslında. Ve bu PR operasyonun kalbi pist değil, Paddock ve arkası. O alana girebilen seçilmiş kişiler, takım tırları, garajlar, pavyonlar, herkesle fotoğraf çektiren pilotlar... İşte orada marka olarak olmak önemli. İsterseniz Pit'te takımların ayağındaki ayakkabısı olun, isterseniz servis edilen şampanya ya da oradan canlı yayın yapan BBC ekibinin kullandığı kamera... Ama orada aktif olmak birinci sınıf marka olmak demek.





(Bu noktada F1'i terketmek zorunda kalan ve şu an muhtemelen Brown GP takımını izlerken iç çeken Honda için bir dakika üzülelim.)

Bu yüzden ne olursa olsun kimse artık Bridgestone'un eline su dökemez. Bu yüzden Porsche ne yaparsa yapsın Ferrari'yi alaşağı edemez. Bu yüzden Red Bull rakipsiz... Bu yüzden Fila hala yaşıyor...

Hepsinin rakipleri de milyonlarca dolarlık ARGE yaparken F1 markaları milyonlarca dolarlık ARGElerinin PR'ını da kolayca yapabiliyor.

Ne diyeyim... Teşekkürler Bridgestone. Sayenizde o PR azınlığının bir günlüğüne dahi olsa parçası olduk.

2016 Olimpiyatları

Olimpiyat logosu yapmak zor iş. Organizasyondan en az 5 sene evvel bitmeli o logo. Logoyu tasarlarken de iki stratejik alternatif var; ya kendini güvenceye alıp klasik bir logo yaratacaksın ya da cesur olup bugün kitch görünme riskini alıp 5 sene sonrasının grafik tasarım normlarını ve trendlerini öngörmeye calisacaksin.

2012 Londra öyle bir logo:


Lanse edildiğinde çok tepki alan, 2008 sonunda Pekin'deki kapanış töreninde ısınmaya ve anlamaya başladığımız, muhtemelen 2012'de seveceğimiz bir logo. Zamanının dışında ama zamansız (klasik) değil.

Şimdi bu gözle 2016 adaylarının logolarına bakalım.

Karşınızda Madrid:


Madrid'in internet sitesi ve tanıtım videoları burada

İşte Rio:

Rio'nun grafik konsept önerisi:


Tanıtım videosu da siteden izlenenebilir. Buyrun.

Chicago'nun sitesinden de göreceksiniz, tabi ki çoook Amerikan bir yaklaşımdalar:

Filmler filan yine bi magrur bi magrur...



Tokyo'yu da hiç anlamıyorum, o kalabalıkta o sıkışıklıkta nasıl olacak da olimpiyat yapacaklar ama...


Sitelerin tasarımlarını tartışmayacağım, çünkü önümüzdeki 5 yılda 5 kez değişir o tasarımlar dijital dünya bu hızda gelişirken, ama logolar önemli, çünkü onlar değişemez. Olimpiyat seçim komitesinde olsam, grafik tasarımdan anlamadan ahkam kesme görevim olsa, üstüne komisyon da benim kararımdan çok etkilenip bana uyacak olsa şu dört logodan...

Sanırım Tokyo'yu seçerdim. Çünkü diğerleri ne "gelecek" vaadetti bana -hepsi fazla bugünde ve hatta dünde yaşıyor-; ne de klasik olabilecek kadar ortak zevklere konuşuyorlar. Biraz belki Chicago bu kadar "Amerikan" olmasa klasik sayılabilir ama o da o kadar mağrur ki insanda tepki uyandırıyor. Tabi eger Obama 5 sene içinde dünyayı değiştirip herkesi kendine aşık ederse başka.

Ama Tokyo tam bir klasik. Alışkın olduğumuz renkler, dokunuşlar... Sakin ve dingin bir tipografi... Akılda kalıcı ve Tokyo'ya yakışan bir tasarım fikri... Simetrik değil, dengesiz değil... Kolay kavranıyor ama kolay tüketilmiyor... Beğendim açıkçası.

Çok irite eden bir alternatif olsa 2012 deneyiminden hareketle onun da şansı var derdim ama bir Rio yaklaşmış o potansiyele... Onlar da yeterince cesur değiller gibi geldi bana. Sitesine ve grafik konsepte bakınca da emin oldum. Yok yok yetenekli ve cesur değiller, sadece kötü bir tasarım yapmışlar...

Çarşamba, Haziran 17, 2009

Futbol iletişimi

Koyu GSlıyım. Bu da tarafsız bir metin olmayacak. Baştan söyleyeyim.

İki senedir GS'ın sessiz bir iletişim devrimi yaptığını düşünüyorum. Bu, yönetime Yiğit Şardan isminin katılması ile direkt ilintili. Yanlış anlaşılmasın, YŞ'ın bir iletişim dehası olduğunu söylemiyorum ama bir nosyonu olması bile GS markasının daha sağlıklı iletişim yapan bir marka olmasına yetti ve rakiplerinden bu alanda farklılaşmaya başladı.

Pek çok -sportif olarak nafile ama iletişim açısından önemli- adım attı klüp. "Çıldırın" marşından, Işıl Alben personasına; Rijkaard harekatından, Kewell PR'larına... Diğer klüplerin aklına bile gelmeyecek ince stratejiler bunlar.
Çünkü diğer klüplerde kültürü taraftar yaratıyor ama GS'da artık kültürün kemendi yönetimde.

Tüm kararlarda artık "global liderlik" vizyonu da aktif biçimde değerlendirmeyi etiliyor. Niye Kewell mesela, tek özelliği iyi futbolu mu? Hayır. Kewell'ın Avusturalya'ya her gidişinde yaptığı söyleşiler ve o kıtadaki etkisi önemsenmedi mi dersiniz... Hiç sanmıyorum. Şu reklam size kewell'ın GS için rolü konusunda bir fikir verecektir:


Diğer klüpler birbirine girerken, aldıkları yapancıların suratına tükürülmeden göndermezken ve başkanları jetleri, egoları ile taraftarın üzerine üzerine yürürken GS yönetimi bu kez karmaşadan ve kavgadan uzak. Artık daha mütevazi, daha profesyonel, daha az kendini haklı çıkarma gayretinde, daha başarıyı paylaşan hatayı kabullenen bir tavırda. Özetle, çok daha "akıl"cı. Hata yapmıyorlar mı? Gırla... Mesela federasyon kavgası da bir iletişim taktiği dahilindeydi ama ters tepti. Ama strateji bundan etkilenmedi ve günün sonunda lig alkışlanarak bitirildi.

Sonuçta çok büyük skandallara yol açabilecek stat inşaatı bile artık gündemden düşüyor, kimse Cevat Güler'e kıydılar diye klüp taşlamıyor. Bir obamavari optimizm sardı GS camiasını, herkes güveniyor, herkes umutlanıyor...

Bu iletişim açısından çok ciddi bir başarı. Hele ki ROI açısından tam Effie'lik :)

Sportif başarısı ve Fulya projesi ile şahlaması gereken Beşiktaş hala Fenerbahçe'nin öfkesinde yaşıyor. Fenerbahçe'nin tek sermayesi taraftar inadı zaten. Taraftar güveninden değil inadından yönetimi sırtamayı ve tolare etmeyi sürdürüyor. Ama öte yanda en borçluları, ligi en geride kapayanları, en küçük statlıları ha babam gülümsüyor.

Bu Rijkaard hamlesi ile sadece iyi bir teknik ekip değil Uefa nezdinde de müthiş bir kredibilite satın almış klüp, bir aksilik olmazsa bir kaç sene içinde yine finansal olarak da liderliği kapacaktır.

Bu arada ingilizce Wikipedia'da Türk takımlarının sayfalarına birer birer bakın derim. Yıllar öncesinden kurum kültürünü egoların önüne koyabilmiş olmanın ve "tutku" değil vizyon peşinden gitmenin getirisi orada daha net görülüyor.

Tüm diğer klüplere saygım sonsuz ama demek ki "okul" olunca "ekol" de oluyorsun ister istemez. Liseli değilim ama lisenin kültür için ne kadar önemli olduğunu kabullenenlerdenim.

Cuma, Haziran 12, 2009

Çok mu geri kafalıyım?



1977 yılında bu ay yayınlanmaya başlayan Mesaj isimli Türk reklamcılık dergisi olduğunu biliyor muydunuz? Attila Öğüd editörlüğündeki bu dergiyi elime AFK verdi, aslında sektörün geçmişinin ne kadar onurlu olduğunu görebilmem ve birbirinden şahane Ferit Edgü yazılarını okuyabilmem için. Ancak bir diğer amacı da sektörün ilerlemekten ne kadar uzak olduğunu görüp bu konudaki ümitlerimi yitirmem de olabilir. Bilemiyorum.
Ancak ikinci ve üçüncü sayılarda yer alan şu iki baş yazıyı paylaşmaktan kendimi alamayacağım. Umarım rahat okuyabilirsiniz.

Çarşamba, Haziran 03, 2009

Salı, Haziran 02, 2009

Editlendi: "Daha" dedikçe daha da batan GM

Çaresizliği görür görmez tanıyabilir misiniz? AdAge'deki bu videoyu izleyin. Kamulaştırılan GM'in neden adam olmadığını ve olamayacağını ortaya koyan ve kapitalizmin yumuşak karnını cillop gibi gösteren bir video bu.

Hala daha yeşil, daha güçlü, daha hızlı peşinde GM. Hala "daha"sının peşinde. Her şeyi çok yanlış anladı GM. Ve bu yanlış anlama içinde de milyonlarca dolar harcamaya devam ediyor. Olanları hala "dış faktörlerle" sebeplendirmeye çalışıyor.

Hala gaza getirmek, hala "vallahi billahi" demek durumunda, hatasını bile yanlış anlamış durumda.

Bir marka kendi çaresizliğinin iletişimini bile bu kadar çaresizliğini sergileyecek şekilde yapabilir mi?

Yazık.

Bir önerim var, Türkiye cumhuriyeti GM'den yarım milyon otomobil alsın. Ve o otomobiller uzaktan kumandalar yardımı ile mayın tarlalarının üzerinde mayın imhası için dolaştırılsın. Hem GM hem de bizim için çok karlı bir iş olur. Herkes kurtulur.
Aksi halde hangi aptal GM markalarına ederini verir bilmiyorum.

Bu kampanya için yapılmış işe yaramaz şu site de bana acıklı geldi.

(GM kelimesi yerine Microsoft da koysak uygun oluyor. Hepsinin sonu aynı olacak sanki.)

Buyrun GM kampanyasının bir makarası (spoof):


ve Microft'un da aynı yamuk kafada olduğunun ispatı. Bingmiş. Peh!