Salı, Mart 30, 2010

Göz banyosu




Alexa Meade. Beğendim de burada da dursun, belki kültürlü filan görünürüm. Lost at e minor'da gördüm.

Olay şu, abla portresini yapacağı insanı tuval gibi kullanıyor ve sonra fotağraflıyor. Yani Rembrandt fotoğraf gibi tablo yapar ya, bu şahıs da tablo gibi fotoğraf çekerek vektörel hareketi sıfırladı. Sanattan bu kadar anlamıyorum düşünün.

Erkekler, bu kampanya size ne diyor?


Gerçeken empati kuramadığım için soruyorum. Kampanyanın benim gibi dişilere ne dediği belli ama erkeklere bir şey diyor mu, diyorsa da iyi mi diyor tartamadım.


Diğer filmcikler ve x'lerini meydana süren erkekler haritası ile internet sitesi de burada.

Kişisel olarak, ilk kez bu kadar bariz, erkeği cinsel obje olarak kullanan bir kampanya gördüğüm için mutluyum. Kadın versiyonu dünya feministlerini kahırdan öldürebilirdi. Bakalım erkekler bu cinsel obje olma rolünü ne kadar içselleştirebiliyor... Evet beyler?

Perşembe, Mart 25, 2010

Greenpeace vs Nestle vakası: Sosyal medyanın da fos çıktığı an mıdır?


Olayı biliyorsunuzdur ama kafanızda toparlamak için Olivier Blanchard'ın iki bölümlük toparlaması okunabilir. (1, 2)

Çok uzun olduklarının farkındayım, hele bir de yorumları da okuyayım hevesine girerseniz delirebilirsiniz. Ancak o toparlamanın en azından başlıklarına ve içeriğine bakmazsanız yazacaklarımız zevzeklik olarak algılamanız mümkün, ki benim için mahsuru yok.

Olayı hiç bilmeyenler için de bir minik özet ben yapayım, eğer konu ilgi çekmiyorsa kaçılsın kurtulunsun. Olay şu, Greenpeace Nestle'nin palmiye yağı tedarik düzeninin yağmur ormanlarına zarar verdiği iddiası ile bir kampanya başlatıyor ve bir internet reklamı çekiyor. Nestle, Grepeace'den bıkmış bir kapitalist beyin olarak durumu çok da kurumsal iletişim maharetleri çözmeye çalışmadan, basitçe bu videonun yayınlanmasını önlüyor, dolayısı ile blogları da sansürlüyor. Tabi, yine konvansiyonel yöntemleri gereği de internet sitelerine bir açıklama da ekleyiveriyor. (Kimsenin okuduğunu sanmıyorum, ben de okumadım zaten). Ancak tabi Nestle'nin bu blog sahiplerine ve Greenpeace'e direkt yanıt vermeden takındığı "polis" tavır, sosyal medyada pek hoş karşılanmıyor ve kendi mecrasından protesto imkanı ortadan kalkan dijital insanlar soluğu Nestle'nin Facebook sayfasında alıyorlar. Yapılan protestolar Nestle tarafından çok "amatör" hatalarla yönetiliyor ve dolayısı ile palmiye yağı tartışmasının uydusu olan bir ikinci tartışma türüyor: "Nestle gibi koskoca bir kurum sosyal medya yönetimi dahi yapamıyor mu?". Malum sosyal medya da %90'ı sosyal medyadan para kazanan ya da para kazanmayı uman sosyal medya "azmanları" tarafından manipüle edilebilir bir alan olduğu için, bu ikinci ranta açık tartışma ilkinin önüne geçmeye başlıyor. Greenpeace ve Nestle'nin "sosyal medya stratejileri" ve aksiyonları tartışılageliyor. Çünkü bir kısım yaratılan gürültünün ve bundan sonra alınacak aksiyonlarla artacak kamuoyu baskısının bir başarı olduğu görüşünde, diğer kısım ise bu gürültünün sonucunda Nestle'nin ne satış kaybettiğini ne de hisse değerlerinin düştüğünü, dolayısı ile de bu sosyal medya gürültüsünün işe yaramaz olduğunu söylüyor...

Benim bu iletişim tartışmasının insanlık tartışmasının önüne geçebilir olması konusunda bir rahatsızlığım var. Hoş ben de o eleştirdiğim %90'lık kapalı devre içindeyim, o yüzden baktığım açıdan işin bu boyutunu daha yoğun görüyorum. Aslında basit bir görünürlük göstergesi olarak Google araması yaparsanız Nestle, Greenpeace, Crisis kelimelerini aradığınızda 637 bin, Nestle, Facebook, Crisis aradığınızda ise 263 bin sonuç alırsınız. Ama bu fark bile beni rahatlatmıyor.

Şimdi tartışılması gereken mesele üç boyutlu demek ki:
1. Greenpeace dünya için iyi bir iş yapıyor diyebilir miyiz?
2. Greenpeace iyi bir iletişim yapıyor diyebilir miyiz?
3. İyi bir iş yapmak mı, iyi iletişim yapmak mı daha önemli?

Üçüncü boyuttan başlıyorum. Bu erdemli ve tek bir doğru cevabı olan bir soru. Ancak bu erdemli ve tek cevabın arkasında durmak gerek. İnternet insanları bunun arkasında duruyor, Nestle'nin Facebook sayfasına yazılanlar basit "seeding" çabaları değil, ancak işte işin "sosyal medya tartışmaları" dünyasına baktığımda bu erdemi göremiyorum. Bu tartışmalara kazaran giren çevre aktivistlerinin iyi niyetli yorumları ise içimi sızlattı. Ne kadar mutant ve ne kadar ruhsuz kapitalistlerle çevrili olduğumu farkettim. Sosyal medya, biz iğrenç iletişimciler ve fırsatçılar tarafından öldürülecek. Eğer kendimize çekidüzen vermezsek.

İşin iletişimle ilgili tartışmalarını da kısa keseceğim. Greenpeace başarılıdır, çünkü Greenpeace'in amacı tüketim artırmak olamaz, amaç bilinç artırmak. Dolayısı ile 236bin girişin yağmur ormanlarında olanlardan değil Nestle'nin Facebook yönetememesindan bahsetmesi de Nestle'ye olumsuzluk ve "kötülük" etfedilmesini destekler. Ahlaklı ve normal insanlar doğayı katlettiği için Nestle'yi sevmez, sosyal medya azmanları ise Facebook'u bile yönetemediği ve yönetmesi için kendilerini işe almayı düşünemediği için...

Birinci konuya gelince, cevabı bilmiyorum ama hissediyorum. Bilecek kadar donanımlı değilim ve dediğim gibi Nestle'nin savunmasını dahi okumadım. Neden okumadım? Çünkü cevap basit: İnsanlarla dialog kurmayı bile beceremeyen bir kurum, insanları düşünüyor olamaz. Bu söylediğimi Nestle'nin Facebook rezaletine dayandırarak söylemiyorum. Daha ilk anda Greenpeace filmini engellemeye çalışmasından söz ediyorum. Bunun sosyal medya ya da dijitalle hiç ilgisi yok, sadece kurumsal iletişime bakışla ilgisi var. Zorba olmakla ilgisi var.

Dolayısı ile kişisel olarak; ne iyi bir sosyal medya yönetimi olmadığı için ne de yağmur ormanlarına zarar vermekle itham edildiği için değil, sadece kendisine yöneltilen suça hala iyi ve anlaşılır bir cevap vermeye lütfetmediği için Ülker yerim daha iyi.

Çarşamba, Mart 17, 2010

Carlton ve Albeni'yi ne ayırır? Kreatif fikir ve stratejinin filme çekilmesi arasındaki fark

Albeni kampanyasını hatırlayanınız var mı? Hatırlamayanlar için kampanyadan bir TV reklamı:

Kampanya günümüz "sosyal medya" kritleri ile kendini dijital insanlara da açmış ve onların "değerli" içeriklerini de yapısı içine entegre edebilmişti... Hatta site hala uzayın derinliklerinde yaşıyor... Ne hoş!
www.albenibahanestar.com

Şimdi, doğruya doğru, ismi Albeni olan ve en az on benzeri olan bir ürün için strateji gayet iyi. Muhtemelen bir fokus grup sonucu ile desteklenen bir "cazibe" üzerine gitmiş, ki bu markanın kendi doğasında, adında da var. Şahane. Ancak yaratıcı stratejinin bir ucu pişmalığa değiyor diğer ucu hazza. Ama ikisi de değil, kaçınılmaz günahın rasyonalizasyonu aşaması. Ki o da cesur, orijinal... Muhtemelen kreatif süreçte çok daha yaratıcı işler çıkmıştır, ancak belli ki işin pişmanlığa değen ucundan o kadar korkmuş ki marka yönetimi, böyle daha naif ve daha "makul" bir noktada kalınmış... Yani brifin kendisinde.

Ama işte kreatif süreç bu değil. O yüzden planlamacılara (kendim dahil) gıcık oluyorum. Tabi suç bizim değil, bizden sürekli "şekilli sunumlar" bekleyenlerin. Çünkü planlamacı marka yönetimi ile benzer dilden konuşur ve marka yönetimi bu hazmedebildiği bakış açılarını sever ve o konforlu ve güvenli alanda kalmak ister. Kreatif işle birlikte strateji sunumu yasaklanmalı. Kimse o kadar aptal değil, herkes işi görünce bunun brifini verdiği yöne gidip gitmediğini, iyi olup olmadığını tartabilir. Aptalsa ve tartamıyorsa zaten senin sunumunu niye anlasın?

Neyse. Bu kampanyayı hangi ajansın filan yaptığını asla bilmiyorum, kimse kızmasın, sadece bence olan o... potansiyeli net olan brife bayılan ve orada kalmak istediği için kreativiteyi cezalandıran reklamveren.

Peki kreatifler çok mu masum?.. Bu noktada illa ki küsüp standarta sarmak mı gerekiyor. Cevabı ben değil Carlton versin... Pazar, hedef kitle, rekabet, vb. hepsi farklı biliyorum ama yine de arada bu kadar mı fark olur?...

Kampanya dijitalde yaşıyor ve internet kullancılılarının görüşlerini filan ayan beyan sallamıyor (yorumlar bölümü kerhen var), zinhar kimseyle kucaklaşmıyor, kucak kucak sevgi paylaşmıyor.

Buna rağmen Albeni'den daha sosyal, daha dijital, daha zeki ve daha yaratıcı.
www.anyexcuse.com.au

Kampanya bilgileri: ....

Cuma, Mart 12, 2010

Güncellendi: Malum bakanımızın tüm tabuları bir arada


İşin siyasi yönü bir tarafa, bu yazıdaki son beş madde ile şu yazıda bahsedilen kötü zihniyetin buluşması olmuş video. Reklamcılar batırmaya çalışmış, internetliler yine de kotarmış.

Ebeveynler ne der bilmiyorum ama ben Gaga seviyorum. Bir de o avant garde duruşu müziğine yansısa...

Güncelleme: Videonun bir 'spoof'u yapıldı:
"Lady Gaga in Morse code" :)

Salı, Mart 09, 2010

Testimonial var, testimonial var; ünlü kullanımı var, ünlü kullanımı var

Diyelim ki şöyle bir brifle size geldiler; "Bir yetişkin pedi reklamı yapacağız. Bu konu pek konuşulan bir konu değil ama sorun yaygın. 3 orta yaşlı kadının 1'i zaman zaman altına kaçırma problemi yaşıyor."

Ne düşünürsünüz... Belli ki eğitici olmak lazım, belli ki konuyu olduğundan daha sevimsiz ve trajik hale getirmemek lazım, utanılır bir konu olmaktan konuşulur bir konu olmaya taşımak lazım....

Çok uzatmayacağım. Testimonial deyince tüyleri diken diken olan ve ünlü kullanımlarında para saçılan bir sektörün bir elemanı olarak şu -aslında bir reklam için uzun- olan videoları gözümü kırpmadan izledim.



Beğenenler için burada devamı var.

Pazartesi, Mart 08, 2010

Kendi bindiği dalı kesen sektör

Bu aralar herkesi bir dijital merakı sardı. Ama yalan yanlış, kör topal... Çünkü bu sektörün içindeki genç arkadaşlar maalesef kendi menfaatleri için sektörlerini bitirme ve batırma yolunda çok önemli hatalar yapmakta. Tutup da aynı tuzağa düşüp dimdirekt yapılan manipülasyonları yazacak değilim ama dijital iletişim ve sosyal medya konusunda yapılan spekülatif tanım ve önem atamalarına karşı diyecek bir çift sözüm var.

Öncelikle, asıl disiplin "iletişim"dir, dijital iletişimcilerin de bu iletişim disiplinini öğrenmesi ve anlaması gerekir. Sadece yapmış olmak için yapılan dijital kampanyalar ya da sadece "kafa sayısı"na endekslenmiş sosyal kampanyalar saçmalıktır. Ayrı bir stratejisi ve tamamlayıcı niteliği olmayan her türlü www.yaptimoldu.com cabalari etkili birer iletişim malzemesiymiş gibi paketlenmemelidir. Ya da gerçek hayatta asosyal ve üretici zihniyetli markalar dijitalde sosyalleşmeye zorlanmamalıdır. Dolayısı ile bu hatalara çanak tutan, yalan yanlış ve ötesinde niteliktan bağıumsız bir ölçümleme sistemi de özendirilmemelidir.

İkincisi, dijital iletişimle ilgili arkadaşlar reklamcıları dinlemesinler. Çağımız reklamcıları acımasız bir fiyat reklabeti içinde gittikçe çaresizleşmiş ve yaralanmış, dolayısı ile her türlü yalana en namzet nesildir. Onları dinlemek size bir şey öğretmez, bilakis onların maşaları haline gelirsiniz. Hiçbir reklam ajansı aslında sizden faydalanmak niyeti ile size yaklaşmaz, tek amaç zapturapta alabilmek, hadi bilemedin pastadan pay alabilmektir. O reklamcılara ithafen de JWT'den Sean Boyle'un aşağıdaki eserini çalıyorum:


Şimdi bunca "çirkef" lakırdıdan sonra gelelim bu yeni dünya içinde -bence- dijitale nasıl bakmak gerektiğine.

Size anlatılan tüm pazarlama yalanlarını unutun. Dijitale birer pazarlama gurusu olarak değil birer insan olarak bakmaya çalışın. Hatta size biraz ilham vereyim:


Şimdi, internetin ilk doğduğu dönemleri hatırlayın. Nasıl tanımlandığını; "Siber alem", "Dijital dünya"... Neden? Çünkü internet sizin reklam yapmanız için yaratılmış tek yönlü yeni bir mecra değil, yeni bir yaşam platformu, entellektüel açıdan başka bir gerçeklik. Mevcut sistemin kontrol edemediği, tüm zorbalıklara rağmen bağımsız kalabilen ve bireyin bambaşka hayat/hayatlar deneyimlemesine imkan veren bir yapı.

Şimdi onu kendi pazarlama konvansiyonlarınızı gözeterek paralellendirin. Bu evrendeki markalarınızı, o evrende de yaşatmak için ne yapmak gerekir?
1. Bu evrende genel müdürlükleriniz, fabrikalarınız neyse; o evrende kurumsal siteniz o.
2. Bu evrende markanızın ambalajı, ruhu, deneyimi neyse; orada marka siteniz o.
3. Bu evrende mağazalarınız, satış noktanız neyse, orada da sanal mağazalarınız o. 4. Bu evrendeki müşteri hizmetleri hattınız neyse, o evrende (artık) twitter hesabınız o.
5. Bu evrende yaptığınız CRM, CEM, sadakat faaliyetleri neyse, orada facebook'tan yapabilirsiniz.
6. Burada yaşayan bir markaysanız, orada da yaşarsınız.

Öte yandan bu evrende var olan tüm medya orada da var; TV, sinema, gazete, dergi... Sadece başka formatlar, başka tanımlar ve başka kurallarla. Bu evrende markalı eğlence ya da ürün yerleştirme varsa, o evrende de var... Burada iyi yaptığınız ne varsa, orada da iyi yapabilmenizin önünde hiç bir gizemli engel yok. Bilmediğinizi, anlamadığınızı sanmayın. Ajansınıza ısrarla bu evrende neyi iyi yaptığınızı aktarın ve onlardan bunu dijitale taşımalarını isteyin.

Ama öte yandan da bu evrende yapmayı bilmediğiniz hiçbir şeyi öbür evrende "size söylenildiği gibi" aynen yapmayı da kabul etmeyin, etaflıca düşünün.

Örneğin, eğer bu evrende müşterileriniz ile iletişiminiz yoksa tutup da hiç düşünmeden facebook grubu kurmayın. Grup kurma teklifini değerlendirirken gerçek yaşamda neden bu ilişkiyi kurmadığınızı düşünün. Kendinizle zayıf ve önemsiz bir ilişki kurulacağını bile bile sosyalleşmeyin. Ya da kurumsal sitenizden markayı da satmaya çalışmayın, yarı üretici yarı tüketici dili kullanmayın, marka sitenizi ayırın. Ve her yeni reklam kampanyası ile tabelalarını değiştiren bir marka değilseniz, her reklam kampanyası ile paralel reklam sitesi yapılmasını kolay kolay kabul etmeyin.

Son ukalalık olarak, bu evrenin sınırlarlarının olmadığını dijitalde yapılan her şeyin tüm dünyada aynı anda yayında olduğunu unutmayın. Dolayısı ile Amerika'da bir ay önce yapılanın burası için yeni olduğunu düşünmeyin, doğrudur, orada yapılanı buradakiler henüz görmemiş olabilir, bir tek kişi görse bile etrafına yayacaktır. Ve tabi ki kendi ürününüzün taklit edilmesi sizi ne derece rahatsız edecekse, ajansları da fikirlerinin kopyalanması rahatsız etmektedir.

Perşembe, Mart 04, 2010

Avatar vs this too shall pass: bir endüstri özeti

Öncelikle, sinemadan anlamam, anladığımı da iddia etmem.
Sadece yüzeysel izleyici olarak yorum yapabilirim. Mesela şu an sinema hakkında savunduğum tek görüş Precious'taki Mo'Nique'in en iyi yardımcı kadın Oscar'ını alması gerektiğidir. Normalde abartılı kötü kadın oyunculuklarının özendirilmesine karşıyım ama uzun zamandır gördüğüm en orijinal karakterdi Mary, ödülü en çok onun hakettiğini hissediyorum.

Dolayısı ile Avatar geyiklerine girmek ve bir parçası olmak niyetinde de değilim. Avatar adını başlıkta kullanmam ise aslında sadece mesleki bir sorunu daha kolay anlatabilmek için. Hurt Locker'daki "yıldız oyuncu" kullanımı gibi olacak biraz ama..

This too Shall Pass ise zaten bir film değil bir müzik videosu. Malum, bu aralar çok popüler olan ve şimdilik sadece YouTube'da 5 milyon kez izlenmiş OK Go videosu. OK Go da zaten Lady Gaga'dan bile daha çok sosyal aleme malolmuş bir grup. İzlemeyenler için:

Neyse. Onlara da bayıldığım ya da dinlediğim yok. Uniqlo gibi sadece sekmeden sekmeye gördüğüm bir marka.

Gelelim mevzuya.... Kendi adıma iki yaratıcı iş fikrinin de klişe olduğunu ancak iki işin de şahane olduğunu düşünüyorum. Dolayısı ile bazen prodüksiyonun nihai işe etkisinin fikrin kendisinden daha büyük ve pozitif olabildiği inancını taşıyorum. Dolayısı ile bu iki filme de sanatsal bir açıdan değil ve uhrevi fikirden bağımsız, sadece "izlence" olma nitelikleri ile bakmayı tercih ediyorum ve bu gözle ben OK Go klibini Avatar'a tercih ediyorum;
- Çünkü kısa
- Çünkü her saniyesinde dikkat gerektirdiği için defalarca izleme isteği uyandırıyor
- Çünkü yaratıcı, taze, ilginç
- Çünkü çok emek harcanmış, her saniyesine özenilmiş (Kendimi tutamayacağım; Avatar'ın hikayesini değil ama senaryosunu çok özensiz buldum)

Öte yandan, profesyonel olarak baktığımızda, elbette Avatar OK Go klibinden çok daha değerli:
- Çünkü çok büyük
- Çünkü teknolojik anlamda çok yenilikçi, hatta bir devrim
- Çünkü -sinemada 3D izlenirse- müthiş bir deneyim
- Çünkü çok iyi bir marka hikayesi yaratıldı
- Çünkü çok para harcanmış

Sorun şu ki, evrensel üstünlük Avatar'da olabilir ve dahi benim de aklım Avatar diyor olabilir ama yine tercihim subjektif ve çok elmalar-armutlar durumu... biliyorum. Ama benim tercihim bu. Kişisel... Ve bu kişisel tercih için gerçekten sinemadan hiç anlamamam ve süper cahil olmam gerek. Neyin sinema neyin değil olduğunu dahi anlamamam. İşte....

Buradan da mesleğe direkt bağlıyorum. Bizim işimizde de artık tercihler çok subjektif, ve elmalar armutlarla çoktan karıştı. Daha da kötüsü, buna alıştık ve kimseyi artık objektif olmaya ikna edemeyeceğiz. Ama o subjelerin bilmesini istediğim iki şey var:

1. Bütçesini, çapını söylemeden bize verdiğiniz her brifte birer küçük çaplı, "OK Go klibi mi Avatar mı yapacağız krizi" yaşanır, prodüksiyon bütçesi olarak değil sadece, kampanya vizyonu olarak da... TV kullanmak istiyorsunuz ana mecra olarak, onu anladık, ama işte her TV reklam filmi birer videodur; Avatar da videodur, yukarıdaki klip de. Bir kampanyanın ne kadar görünür olacağı o kampanyanın doğmamış fikrini etkiler. Bu anlamda bizden bilgi saklamanız, sadece cehalettir, profesyonellik değil.
2. Elinize verilen, size sunulan taslaklarda ve senaryolarda yer alan kelimeler "her açıdan makul" olmak zorunda değildir. Senaryo üzerindeki kelimeler sözleşme metinlerine benzemez, dış ses de markanın politikacısı değildir. O yüzden bitmek tükenmek bilmeyen "metin revizyonlarınız" saçmadır. Kliple ilgili aklınızda kalan en önemli nokta şarkı sözleri ise ya da Avatar deyice aklınıza gelen ilk şey repliklerle ilgili ise acil tedavi olmalı ve Hızlandırılmış Büyük Resim Okuma kurslarına katılmalısınız. Çünkü markayı kelimeler değil anlamlar yaşatır. O anlamların hangi kelimelerle en iyi anlatılacağını da ajanslar sizden daha iyi tahlil edebilirler. Sizin işiniz kelimeleri değil, anlamları yönetmektir.

Tamam. Avatar'ın rolü burada bitti. Onu unutun. Bundan sonrasında sahnede sadece OK Go klibi var. Çünkü şimdi o klip üzerinden de ajans içindekilere de söylemem gerekenler var.... Soru şu, sizce bu klipteki asıl maharet ne; grup üyelerinin oyunculuğu mu? Yönetmenlik mi? Mekanizmaların hazırlanması mı? O malzemelerin satın alınması mı? "Bir fikrim var, Honda Cog reklamı gibi bir klip yapalım" demek mi? Cevaplarını aklınızda tutun, merak etmiyorum ama klibi izlerken ben şunları düşündüm:

1. Biz eğer iletişimci isek kafamız sadece 'pack-shot'la biten 30 saniyelik şeylerde olmamalı. Hani dijital, hani sosyal medya gibi kavramlar var ya, onlar uzaylı değil. Tek yapmamız gereken mecra değil, deneyim odaklı düşünmek. Lady Gaga ve OK Go'yu birer yeni marka olarak düşünüp ne yaptıklarını anlamaya çalışmak.
2. Bu markaların arkasında muazzam bir takım çalışması var, artık yaratıcı endüstriler egolarla değil, kompleks ve çok boyutlu yapılarla yönetiliyor. Markaların birer buyurgan otorite yerine, iletişim kurulabilir birer sosyal varlık olabilmesinin sırrı da bu.
3. Entegre iletişim dediğin artık "tek bir cümle" ezberletmeye çalışmıyor. 'Big idea' sanılan bir reklam konsepti yaratmak artık hedef değil. Hedef samimi olan, gerçek olan varoluş nedenini anlamlandırmak ve bu nedeni bir iddia haline getirip deneyimletmek, farklı fırsatlarla farklı boyutlarını ortaya koyabilmek.
4. Bu klipte satın almacının rolü ve değeri planlamacıdan fazladır. Planlamacıları artık fazla ciddiye almamak lazım, brifleri de. Bizim verebileceğimiz tek değerli şey, neyin yanlış olduğudur. Yaratcılılar neye karşı çalıştığınızı doğru bilse yeter. Gerisini dinlemek zorunda değiller.
5. Organik tasarım, duygusal tasarım, deneyim tasarımı... Bu kavramların yıllardır süren yükselişine dikkat etmemiz lazım, biliyoruz ki artık "tüketici içgörü"lerinin istediğini değil, tüketici içgörülerinin henüz farkında olamayacağı şeyler arıyoruz. Onların adını koyamadığını yaratmaya çalışıyoruz. Herbirimizin klipteki gibi, daha önce hiç kimsenin görmediği onlarca yeni düzenek yaratmalıyız. Her birini birer kampanya olarak düşünün. Ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Anlamasanız da dert değil :) (kendimi çok ciddiye aldığımı farkettim bir an)