Cuma, Ağustos 31, 2007

Diesel, are you alive?

Kendi adıma ben parfüm alanında reklamdan epeyce etkilenirim. O parfümün hedef kitlesi kim, benim dünyama uygun mu, zevklerimiz aynı mı reklam bana bunun cevabını verir. Hep verdi ve ben o cevabı hem önemsedim. Reklamını benim dünyama uygun bulmadığım bir parfümü almadım, bana uygun gördüğümü de en azından muhakkak test ettim.

Çok nadir reklam vardır bana bir şey anlatmayan, bunlardan biri de Diesel oldu. Diesel'in yeni parfüm serisi Fuel For Life için sanırım hedef kitle ben değilim.
Ama hedef kitlesi her kimse, onlara ne kadar ne anlatıyor, ona da emin değilim.

Öncelikle Diesel'in ana sayfasına girdiğinizde sizi kendini tekrar eden (loop'lu) korkunç bir ambulans sesi karşılıyor, üzerine de kötü dublaj bir "R U Alive?" sorusu.

Sırf o sesten kaçmak için can havli ile tıkladığınızda Fuel For Life'ın kendi sitesine gidiyorsunuz, tam kurtuldum sandığınızda Diesel'e hiç yakışmayan, son derece sıradan bir siteye düştüğünüzü farkediyorsunuz.

Sitenin heyecan verici, Diesel'e yakışır ya da "Are you alive?" fikrini ortaya koyan hiçbir yönü yok. Sıkıcı, basit bir adversite... Sıradan interaktif uygulamalar arasında; Yaptığınız garip ve ne idüğü belirsiz resimcikleri gönderebildiğiniz bir havuz, yabancılarla ("stangers" yazılmış, nette yabancılarla konuşmak yasak ya da kötü ya, bunu yapanlar da çok çılgın olsa gerek) bir garip bahçe, siteye girip kızlara asılan sivilceli çocukların profillerinin yer aldığı bir sayfa, kampanya filmlerini izleyeceğiniz bir salon...

Diesel ilk kez bu kadar büyük bir hata yapmış ve bu kadar anti-cool bir işe imza attığını görmüş olmak benim için şaşırtıcı.

Buyrun bunlar da aynı anlamsız kampanyanın zorlama filmlerinden bir kaçı:


http://www.youtube.com/watch?v=I5KHHuJgc90

Ve 7-8 ilandan oluşan ve hemen hemen her profilden insanları içine alan "hedef kitle: herkes" gibi görünen basın ilanlarından bir kaçı:




Kendime engel olamadım


ben güldüm, allah sizi de güldürsün :)

Wong Kar-wai bize de bi film çeksene

Kendisine hayranlığımı saklayamam. Her ne kadar son filmi My Blueberry Nights'da başrolü Norah Jones'a vererek beni şaşırtsa da önce filmi izlemem lazım, onun da yolundan dönüp dönmediğine emin olmam için. Sanmayın ki ticari filmlerden hazzetmiyorum, bilakis bir genelleme yapılacaksa ortaya asıl hazzetmediğim sanatsal filmler olduğu çıkar, hatta beni tanıyanlar genel olarak sanattan hiç hazzetmediğim sonucuna da varabilirler. Benim hazzetmediğim ticari olayım derken zeka seviyesi düşen işler. Ticaret yapayım derken yapılan kötü, köskötü ve bir o kadar insanlığın gelişimine saygısız işler.

Yoksa Wong Kar-wai'nin çokça para kazanması ve kazandıkları ile yeni filmler yapması benim de dileğim. Helal-i hoş olsun. Nitekim kendisinin geçmişinde ne kadar çok reklam filmi olduğunu görünce insan, "Aa, bildiğin reklam yönetmeniymiş adam" demekten kendini alamıyor. Ama aynı insan o reklamları bir izleyince de "Aa, reklam yönetmenliği kisvesi altında kısa filmler çekmiş adam" diyor. En son olarak aynı insan Philips Aurea için Wong Kar-wai'nin bir de reklam amaçlı kısa filmi yaptığını görünce de "Aa, hastasıyım bu adamın" demek istiyor. Ve isterse diyor da.

İşte Wikipedia itibarı ile Wong Kar-wai reklamları:

1. 1996 Takeo Kikuchi için wkw/tk/1996@7′55″hk.net


2. 1998 Motorola


3. 2000 Suntime Wine (bulamadım)

4. 2000 JCDecaux (bulamadım)

5. 2001 Orange (bulamadım)

6. 2001 BMW (BMW films projesi)


7. 2002 Lacoste


8. 2006 Lancome


9. ve 2007 Philips Aurea (Asıl film için linki takip edin, alttaki sadece trailer)

Perşembe, Ağustos 30, 2007

iCar "My car" olamaz!

İçimden bir ses "büyük konuşma" dese de mantığım başlığımın arkasında. Çünkü Capital dergisinden kaynaklanan ve blog hızı ile yayılan haberden ben herkesten farklı bir sonuç çıkarıyorum. Apple ve VW'in işbirliğinden müthiş bir yenilik çıkmaz.

Bence Apple ve Steve Jobs'un yepyeni bir otomobil fikri peşinden gittiği filan yok. Eğer öyle bir girişimleri olsaydı bunu bir Alman markası ile, hem de Amerika'da kaybeden markalardan bir Alman markası ile böyle bir yola çıkmazdı. VW Avrupa'da başarılı bir marka olabilir ama hem yenilikçi, icatçı bir marka değil, hem de Amerikan pazarında çok çok zayıf.

Dolayısı ile Apple'ın dengi değil, Apple gerçekten otomotiv dünyasına girecek olsaydı bunu ya teknoloji lideri Toyota ile ya da politik nedenler ve ABD devlet desteği ile kendisi kadar Amerikan GM ile yapardı. Haricinde bir seçenek yok, çünkü diğerlerinin bu iki kurum kadar büyük pazarları yok. Apple için pazar bu kadar önemli mi, daha küçük ama cool markalardan biri ile, mesela Mini ile, bu işbirliği olmaz mı derseniz, cevap; olmaz...

Apple paranın tadını o kadar fena aldı ki, çevreye duyarlı olması için çırpınan Greenpeace'e bile yıllarca direndi ve neredeyse tüm teknoloji devleri arasında çevreci üretim politikalara geçiş yapacağını açıklayan son kurumlardan biri oldu. Şöyle vurguyu artırayım, şu an Çin markası Lenovo'nun bile çevre duyarlılığı Apple'dan fazla.

Konuya dönecek olursak, Apple VW ile bir otomotiv devrimi yapmaz. Yapsa yapsa minik bir işbirliği yapar. VW marka otomobillere ya da yeni bir modele özel bir elekronik çözüm üretir. Bunu isteyen ve sipariş eden de VW'dır. Amaç da VW'ın Avrupa pazarında avantajını korumasını sağlamaktır. Tahiminimce Fiat'ın Microsoft ile geliştirdiği Blue&Me gibi bir teknoloji geliştirilecektir.

Ama tabi bu işbirliğinin ne kadar cilalanıp, ne kadar büyük bir mucizeymiş gibi gözümüze sokulacağını şimdiden tahmin edemiyorum. Apple'ın 'buzz' yaratma konusunda tüm dünyanın imrenerek baktığı yeteneği ile VW'ın Avrupa'yı kasıp kavuran iletişim yeteneği bir araya gelince herkes bu mucize teknolojiyi (?) satın almak için sıraya girecek.

Ben girmeyeceğim, iCar buysa ben almayacağım.

Cuma, Ağustos 17, 2007

Artık sıkıcı marka yok, sıkıcı ajans var

Ben kendimi gördüm göreli Nivea'nın o "sıkıcı mavi" reklamları haricinde bir Nivea reklamı izlemişliğim yok. Philips desen, pek sevdiğimiz bir marka ama o da bir öğreten adam tavrından kurtulamayan ve aynı sıkıcı mavi tonunu daha az baskın olsa da kullanan bir markamız. Peki nasıl olur da bu iki marka, hem de el ele verip yaratıcı bir işe imza atarlar? Yaratıcı iş derken Cannes'da titanyum alacak demek istemiyorum ama doğrusu benim kriterlerime göre epey bir yaratıcı bir kampanya var karşımızda.

Televizyon desen bence acaip heyecan verici ve leziz. Aşağıda teaser ve ana film sırayla:



Internet sitesi buram buram trend kokuyor ve içinde birbirinden şahane üç animasyon filmcik barındırıyor:





Şahane, şahane ve şak şak!

Perşembe, Ağustos 16, 2007

Ambient dediğin...


Bu bir süredir gördüğüm en iyi çevrel(ambient) iş. Artık şu tuvalet toplarından, yanına gidince suratına tüküren aparatlardan filan gına gelmişti. Ve içimden bir sey "bunun da cılkını çıkardılar" diye acaip sinirleniyordu ama bugün bu işi görünce gerçek çevreselin ne olduğunu hatırlayıp sevindim. Mükemmel fikir, mükemmel marka uyumu (nike=play), mükemmel uygulama... neden mükemmel uygulama, çünkü aşırı makyajlı, yapay, sokak gerçeklerinin dışında ve sahte değil. Samimi ve "ambians" ile uyumlu.

Daha da ötesinde gerçek! Bir süredir bu blog üzerinden nefret ediyor olduğum urban spamler ve sadece blogvertising amaçlı olduğunu düşündüğüm hayal mahsülü gerilla ve çevresel işlerden dem vurmaya da çalışıyorum. O yüzden böyle gerçekleşebilir/gerçekçi işleri görmek beni oldukça sevindiriyor

Hondamentalizm dediğin Optimizm değil mi?

Optimizm, Toyota'yı Toyota yapan yapı taşlarından biri. Türkiye ve tüm Avrupa için "Today. Tomorrow. Toyota"; Amerika için "Moving forward" ve F1 için kullanılan "Practice makes perfect" ifadeleri birer reklam sloganından öte markanın optimistik rolünü tanımlar (adidas'in "impossible is nothing"i gibi). Toyota için Toyota Way'den sonra belki de optimizm gelir. Ve işte o optimizmi tüketiye tanımlamak görevi de iletişimindir. Japonya'da zaten kültürel bir birleştirici unsur olan optimizmi taşımak/yansıtmak kolaydır. Amerika'da da bir şekilde iletişim bu görevi büyük başarı ile sürdürmektedir. Ancak Avrupa bu naneyi bir türlü sindirmemektedirler. Tabi bu sindirilmezlikte, felsefe dediğinin hem ağır hem de ciddi olmak zorunda olduğunu düşünen Avrupalı iletişimcilerin de etkisi büyüktür. Uzun lafın özü, Optimizm aynı zamanda Toyota'nın Avrupa başarısı önünde kazık gibi duran bir "sıkıcı"lık heykelidir. O engel de kalkınca muhtemelen Avrupa da Toyota hastası olacaktır. VW ve Ford gibi markaların başı acaip belaya girecektir.

Bunca Toyota reklamı(?) yapmamın bir nedeni birazdan izleyecek olduğunuz Honda reklamlarının aslında ne kadar da Toyota reklamı olduklarını göstermek. Dediğim gibi önünde sonunda optimizm dediğin Japon olmaktan geliyor. Ee, Honda da Japon, onlar optimist değil mi? Elbette öyle. Hatta "Power of dreams" dediğin şeyin özünde de optimizm var. Ve işte bu "power of dreams" fikri de yine Amerika'da Honda'yı Honda yapan iletişim fikri. Bakın bakiim su "optimizm" harikasına:



Ama işte mesele şu ki, Avrupa kıtasına gelince şu optimizmi anlatmak dünyanın en acaip işi oluveriyor. Bir kasvet, bir ulviyet, bir rehavet... Aman aman.

Yine de tabi ki gözünü sevdiğim W+K Londra elbette Toyota'nın Saatchi'sinden cok daha iyi bir performansla biraz daha eli yüzü düzgün, en azından sıkıcı ama dikkat çekici ve anlaşılır bir kampanya yapmış.

Ve karşınızda Honda'nın Avrupalılara optimizm anlattırıp bir anda Toyota'ya dönüşüverdiği an. İşte Hondamentalizm:

Açılış Filmi:


Devam kampanyası:









Bu da neden beni sınav ettiğini anlamayıp sinirlendiğim, sinirlendikçe sıkılıp cevapları uydurduğum, sonra da sıkıldıkça sinirlenip bitirmeye çalıştığım Hondamentalizm testinin yer aldığı sayfa. Uyduruk cevaplarıma rağmen benim bir tutku insanı olduğumu ilan eden(hondamentalizmde tutku, gerçek yaşamdaki saksı kafalı olmak özelliğine denk geliyor olmalı)kabus sayfa da burada:


Valla hayatta başarılar diliyorum hem Honda'ya hem Toyota'ya. Bakalım hangisi biz pesimist, melankolik ve ansiyete sorunu olan Avrupalıları bir anda optimistik yapacak?

Perşembe, Ağustos 02, 2007

Cold case

Az önce dolaşırken eski PS filmlerine rastladım da biri çok dikkatimi cezbetti.

Öyle yaygara koparacak, çalıntı iddiaları atacak bir durum yok. Zaten shubuo ölmüş gitmiş ama şu iki film arasındaki benzerlik "çalmak"tan daha kronik bir rahatsızlık sendromu. Biz Türk reklamcıları çok özeniyoruz, Avrupalılar gibi düşünmeye ve Amerikalılar gibi film çekmeye, Brezilyalılar gibi yaratıcı olmaya ve Güney Afrikalılar gibi ödüllere boğulmaya özeniyoruz. Kendi tarzımız olması ya da yeni, taze bir fikir bulmak değil amacımız, biz onlar gibi olmak istiyoruz. Biz reklamcılığın "aranjman" çağında yaşayan "Fecri Ebcioğlu"lar olduk, bu birikimle de bir sonraki nesilde çıkarsak çıkarsak bir Yonca Evcimik çıkarabileceğiz...



Gerçeklik

Bazen kendimi bir sirk hayvanı gibi hissediyorum. Mikro açıdan; zengin ve yabancı bir patronla ve sosyal olarak kendi insanını zerre kadar önemsemeyen ve anlamaya çalışmayan bir takım çağdaş(?) yaratıklarla çalıştığım için... Makro açıdan ABD'nin "yabancıyı yabancılaştırma" konusunda verdiği apansız bir mücadele sonunda müslüman bir ülkede yaşıyor olduğum, beni ve benim yaşam tarzımı yok sayan bir devletin yönetiminde kaldığım için uzun süredir kendimi bir garip hissediyorum. Garip, farklı, yabancı, dışlanmış, önemsiz, zayıf...

Bugün çok uzun süredir zevkle takip ettiğim TED'de rastladığım bir konuşmacı benim bu ekşi hisle daha da sert yüzleşmeme neden oldu. Sadece Afrika'lı ve fakir olması nedeni ile (lise mezunu olduğu ve kütüphane olan bir yerde yaşayacak kadar şanslı olması ihmal edilerek) basit bir makine yapması ayakta alkışlanan bir genç William ve onun bir kaç ampül ve iki radyoyu çalıştırabilecek bir güce sahip olması insanları şaşırtıyor. Vay canına. Sonra farkettim kendimin de benzer bir durumda olduğunu. Zengin ya da batılı ya da türbanlı ya da erkek ya da hristiyan ya da zalim olmadığım için bu düzenin beni bir şekilde küçümsüyor olduğunu farkettim.

Ve güldüm, kendi güçlerimi bildiğim için.