Perşembe, Aralık 30, 2010

Bir gün bir Axe, bir Old Spice ve bir Heineken erkeği bir araya gelse

Reklamcılar kabul etmez ama birbirlerinden etkilenirler. Bir şey tutunca herkesin dümeni oraya kayar. Old Spice kendine gelebilmek için Axe'la benzer bir humor tonu tutturdu, ondan sonra da biraz daha sofistikasyonu yüksek bir Heineken geldi.

Eleştirel gibi görünen bu girişin ardından alttaki Heineken kampanyasına tam anlamı ile bayıldığımı söylemeliyim. Etrafta bu kadar testesteron kokması hoşuma gitmiyor ama bu ara en sevdiğim grup olan Astroid Galaxy Tour'un da müziğini kullanan kampanya bana keyif veriyor. Böyle farklı maçoluk skorları olan erkek markaların etrafta birbirine benzer bir horozluk taslaması belki doğru değil ama bunu iyi yaptıkları zaman bir kadın olarak beğeni ile karşılıyorum.

Çünkü erkeğin kendini hafife alması fikri yeni. Ve -kimse kusura bakmasın- bir süre keyfini çıkarmamız lazım, en azından kadınlar erkeklerin eşit rolüna alışana kadar, erkek egemen mantık biraz sulanana kadar, sonra eşitlikçi davranabiliriz. Sonra her iki cinsiyete de seks objesi olmayı ayıp görebiliriz mesela. Şimdilik değil, erkeklerin kişisel tüketiminin tırmanışa geçtiği; kadınlar kadar erkeklerin de alışverişten hoşlandığı ve ayakkabı alışverişinden yaramaz bir haz almaya başladığı bu dönemin tadını çıkaralım, destekleyelim ve sevelim. Kendilerini hafife almaya ve kendileri ile eğlenebilmelerini kutlayalım. Sosyolojik olarak onların da kendilerini bu kadar ciddiye almaktan vazgeçmeleri hepimizin hayrına olabilir.

Gelelim muhteşem müzii ile Heineken kampanyasına... Enfes.

ve beğendiğim diğer bazı uydu filmler... Bunlardan fazlası için YouTube'da Heineken kanalını kullanabilirsiniz.



Salı, Aralık 28, 2010

İnternet biter mi bir gün?

Her zaman söylerim internetliler (internette yerleşik yaşayan insanlar) dünyayı iyi yönde değiştiriyor. Aç gözlü dijital tüketim ve istismar eğilimleri törpülendikçe ve insanlar dijital dünyanın üretim ve tüketim hızına alıştıkça çok daha iyi yerlere gideceğiz. Çok daha özgürlükçü, şeffaf, adil ve insani bir yere. Bunu en baştan söyleyeyim, çünkü yazı yine dönüp dolaşıp burada bitecek.

Bir süredir etrafımdaki teknoloji takipçisi insanların dijital/mobil oyuncaklarından hafif hafif sıkılmakta olduğunu görüyorum. Twitter'da seyrelmeler, Facebook'ta uzun sessizlikler, Foursquare'den kopuşlar... Onların yerini daha "sosyal böcek" diyeceğimiz, gerçek hayatta çok aktif ama dijitali bir süre sonra keşfetmiş bir ikinci kuşak dolduruyor. Epey de aktifler ve hatta bence ilk nesilden daha iyiler. Nedeni basit; çünkü gerçekten sosyaller, nörd değiller. Bu arada tabi kendim de kopuyorum ve tıpkı kendimden beklediğim gibi sosyal insanları uzaktan takip etmekten zevk alıyorum. Özetle kişilikler zamanla yerine oturuyor.

Çıkarım 1: Sosyal medya sosyal insanlarla daha keyifli.

Öte yandan işbu BBH yazısında güzelce toparlandığı gibi kolektif kültür de internetten yeniden doğuyor. Bir nevi post68 kuşağı gibi insanlar birlikte düşünüyor, birlikte üretiyor, birlikte tüketiyor ve birlikte mücade veriyor. Groupon'u bir savaş karşıtı hakeketle karşılaştırmam kaçınızı küfrettirir bilmiyorum ama aslında kavramsal olarak yakın olduklarını düşünüyorum. Bir olmanın, birlikte güçlü olmanın ve bunu tamamen legal ölçek içinde yapmanın geniş kapsamlı etki ve ikna gücünü idrak etmek için bir savaş içinde olmamaız gerekmez sanırım. Öte yandan Wikileaks de aslında daha radikal ve daha net bir örnek, yine bir kitlesel hareket. Popüler kültürün bizi sürekli Assange'ın yüzü ile karşı karşıya getirmesi basit bir cehaletten ibaret ve bir internetli olarak bu beni daha çok sevindiriyor. Eski kültürün (düşmanın) yeni kültürü (devrimci internetlileri) anlayamıyor olması garip biçimde bana zevk veriyor.

İkinci çıkarım: Kolektif kültür dijitalde yeniden doğuyor.

Bu iki çıkarımın ortak bir sonucu var. Sosyal insanlar sosyal medyada, devrimciler devrim peşinde, komünler yeni güç odakları oluşturup bir pazarlık gücü -yarın öbürgün bir lobi gücü- ortaya koyuyor... Dolayısı ile internette taşlar ve dinamikler yerine oturuyor. On ylı aşkın süredir devam eden ve kendini fikir önderi sanan nördlerin gimiklere bağlı sığ ve kompleksli hakimiyetleri bitiyor (kendim dahil pek çok insanı tenzih ederim). İnternet artık gerçek ve samimi bir platform olma yolunda. Sadece "yeni" ve "ileri"nin değil, "samimi" ve "işlevsel"in takdir toplayacağı bir dünya. Yaşasın!

Üçüncü çıkarım: İnternet erişiminden sonra internet kültürü de kitleselleşiyor.

Şimdi gelelim çözemediğim soruya. Hani dedim ya ilk nesil hafiften sıkılmaya başladı. Bence bu işin iki sebebi var;

1.si: İlk nesil her şeye aç olan ve her şeyi takip etme hevesindeki nesildi... Altavista'dan Netvibes'a, Napster'dan Path'e her şeye girdik ve her şeye üye olduk be biz! Kolay mı... Bittik artık. Çünkü bizim intetnette ilgi alanımız yoktu, internet olduğu gibi ilgi alanımızdı; teknoloji, tasarım, sanat, müzik, video, manga, moda... Hepsinin internet dünyasındaki gelişimini ezbere biliriz. Ama artık yorulduk. Halbuki yeni nesil internetliler sadece merak alanlarından ibaret; her an her yerde olmaya çalışmıyorlar. Ben düşünemiyorum Twitter harici bir paylaşım sistemi kullanmadığımı ya da yeni reklamları sadece Facebook'a düştüklerinde görebildiğimi İ'renç! :)

2.si: Birinci neslin o kadar vakti yok. Hepsi bir yerde sosyal medya uzmanı/danışmanı olarak çalışıyor şu an (bu cümleyi kurarken içimden çokça kahkaha atıverdim). Halbuki kolektif kültürün içine baktığımızda bu işe dedike insanlar göreceğiz. Kitle-kaynak (crowdsourcing) zaten aslında tam zamanlı bir işi olmayan insanların çoğunlukta olduğu yapılar, ya da sizin o viral olacak diye yaptığınız kötü videoları izleyip yayan iki bin kişi... bildiğin işsiz ve tüm gün sıkıntıdan patladığı için o kötü videoları bile izliyor.

Buradan soruma geçebilrim: Eğer o beğenmediğimiz nördler sistemden çıkarsa ya da marjinalleşirse bu dünya bu hızla büyümeye devam eder mi? Ysni birinci neslin birbirini gıcıklamaya dönük inovasyonun yerini, kitleleri eğlendirmeye dönük sığ ve konvansiyonel işler alınca ne olur?

Şu an kitleselleşmiş (Facebook başta) her platformun arkasında bir asosyal nörd yok mu?

Bu bir dilema değil. Tüm toplumsal devrimlerin sonucu gibi internet de dünyayı sürekli değiştirmeye devam etmeyecek, bir yerde marjinal faydası azalacak: rönesans gibi, sanayi devrimi gibi, TV'nin kitleselleşmesi gibi, Lady Gaga gibi...

Ama zaten ne bekliyoruz ki? Tek yapmamız gereken orada olanları yüzeysel görmeyip özümsemek. Şimdi tekrar yazının ilk paragrafına dönebiliriz... Hoooop.

Salı, Aralık 21, 2010

Marka Konferansı yerine Marka Fuarı olsa?

Cüneyt Özdemir'in tartışma noktaları anladığım kadarı ile tek bir oturum izlenimlerine dayanıyor, ancak hemen hemen tüm oturumlara katılmış biri olarak söyleyebilirim, konferans dediğin bu olmamalı. Yıllardır bir bağlantı geliştirme (networking) okazyonu olarak gördüğüm ve bu nedenle işyerimin parasına kıyıp da gitmediğim konferans(!)a bu yıl iradem dışında gittim ama artık bağlantı geliştirmek için bile gidilmeyeceğini gördüm. Daha ilk oturumun başında salonun tıka basa sandalye doldurulmuş olması bende -belki doğru belki yanlış- bir paraya karşı zaafiyet gösterildiği izlenimi verdi. Nitekim daha ilk kahve arasında Rock'n Coke vari ama daha fazla parfüm kokan bir kalabalıkla kıç kıça buldum kendimi. Ve o zaman anladım asıl ¨eğlence¨ fuaye alanındaki stand ya da pavyonlardı. Asıl amaç onları gezip mümkün olduğunda çok beleş toplamaktı. Zira her yeni otutumun başında koltuklarımızda bulduğumuz hediyeciklere sevinmeli ve verilen paradan onların bedelini düşmeliydik sanırım... Marka artık bir fuar; sponsorların cingllarının bağırdığı, güzel hosteslerin dolaştığı, araya gösteriler sıkıştırılmış, her an ünlü birini görüp alkışlayacağınız bir fuar. Bunu kabullenmek bence herkesi daha da rahatlatacaktır. Nitekim fuar kavramı en az konferans kadar onurlu bir kavramdır. Ancak her konuğu bir ¨marka¨ ilan edip ve hepsinin bir marka olarak başarı hikayeleri olduğuna bizi ikna etmeye çalışmak ve hatta o konuklardan bir şeyler öğreneceğimize emin olmak ve her konuşmacının pazarlama bildiğini varsayıp şartları zorlamak sektöre fayda sağlamaz. Ben Elif Şafak'ın konuşmasına bayıldım, Josh Spear adını yıllar önceden beri takip ediyorum ama bu isimleri bile marka konferansı konuşmacısı olarak değerlendiremem. Pazarlamacılar açısından şöhretler ama marka değil fikir önderi özellikleri daha ön planda.
Ben şirket yöneticisi olsam eğitim bütçemden pay ayırıp, söz edilen paraları verip kimseyi bu konferansa yollamam, PSFK'ya yollarım. Ama fuar ve ARGE gibi bütçelerden yollarım bak, o daha anlamlı olur. Motivasyon filan, ünlüler geliyor ya.
Konferansı Marka olanın, reklamları da ünlülerden geçilmez olur zaten, ne bekliyoruz ki.

Cumartesi, Aralık 04, 2010

GÜNCELLEME: Doğru söyleyeni dokuz domainden kovarlar

Döndüm.

Bir reklamcı için hacca gitmek gibi bir deneyim olan NYC ziyaretimden döneli hemen hemen on gün oluyor. Ben giderken dünya sıkcı bir yerdi, döndüm ve her şey renklendi, teşekkürler Assange!

Şimdi isterseniz (istemeseniz de farketmez) çok acaip bir sığ-analiz yapmak istiyorum. Çünkü geçtiğimiz üç haftalık dönemde aslında üç hafta için yoğun bir gündem içinde yaşıyorum. NYC pek çok yargımın yerini değiştirdi, yeni bir işe başladım ve dünya siyasetinin çivisi çıktı... Üçünü birbirine bağlayabilir miyim?.. Elbette.

NYC'yi seveceğimi düşünmezdim. NYC'nin de tıpkı Paris gibi iyi pazarlanan markalardan olduğunu yaşayacağım deneyimin bana pazarlananın altında kalacağını düşünmüştüm. Nitekim insanlık tarihinin ününü en hak etmeyen yapısının Eiffel olduğuna inanırım. Eiffel'in tam bir pazarlama örnek vakası olduğunu düşünürüm. Onun yerine dev bir su deposu da olsa Fransızlar onu bize bir "güzellik ikonu" olarak pazarlardı. Dünyanın en romantik şehrinin Paris olduğuna inandırmaları gibi. Hayır, çirkin şehir değil, bilakis ama en romantik şehir oysa ben de dünyanın en alımlı kadınıyım.

NYC'de ise gerçekten pazarlamacıların vadettiği bir deneyim sunuyor. Dolayısı ile iletişiminde de sözaşımı (over promising) yok. Bir defa Avrupa şehirlerinden dezavantajlı olduğu görülen bir geçmişe sahip olmama durumu müthiş bir avantaja dönüşmüş, bir modernizasyon müzesi/manifestosu inşa edilmiş. Yepyeni ve adil ve birey odaklı yeni imparatorluğun vatanperverleri (patriots) bu şehrin inşaatına muhteşem bir sevgi katmış. Her öğesi, her taşında bir insanın kendine ev yapıyor olmasının özeni, hayalleri ve sevgisi var. Ideallerin idealliği tartışılır ama bu içten yapılmış destek (contribution anlamında) gerçekten muazzam. Dolayısı ile bu vatanperverlik teması sürdükçe marka kendini yeniliyor, gelişiyor ve hep ileri gidiyor. Orada sürdürülen yaşam tüm diğer ABD şehirlerinden farklı olabilir, işte bu, özgürlük fikrine burada hala sarınılması ile ilgili. Kimse burada yabancı olamaz, kimse burada kaba olamaz, kimse burada çaresiz olamaz... markadan söz ediyorum.

Şehir size bunu hissettiriyor. Belki yalan belki gerçek ama deneyim vaadi karşılıyor ve hatta aşıyor. Avrupa sadece sahip olduğunu kendisinden bile korumaya çalışıp yabancıları iterken, NYC (ABD değil) birlikte daha iyisini yapmak inancı ile her farklı renge yer açmaya çalışıyor. ABD başka, NYC başka.

İşte Assange da bu tip bir modernizmin tipik bir parçası. Vatanperverlik anlayışı içinde ABD yerine düm dünyayı düşünün; eski kıta geleneklerini yıkmak yerine eski dünya geleneklerini kırmak isteğini anlamaya çalışın. Assange'ın serbest piyasa ile hiç sorunu olmadığını söylediğini hatırlayın, asıl derdinin piyasa etiği olduğunu...

Assange anarşist değil, terörist değil. Yasanın verdiği haklar içinde bir dünyaperver, bir demokrat, radikal bir demokrat. Arkasında kim var, kim yok önemli değil. Ortaya konulan eylem tamamen bireyin, yani seçmenin, yani insanın bilgiye erişimini sağlamak; gizlilik kavramını yeniden sorgulatmak üzerine. Sonuçta sümüklü diplomatların yaptığı dedikodular önemli değil, önemli olan o dedikoduları seçmenin açıklığa kavuşturup kavuşturmamak konusundaki insiyatifi kullanabilmesi.

Kendi adıma RTE'nin daha ne kadar zengin olabileceğini merak etmiyorum ama bir cumhuriyetin başbakanı hakkında bu tip bir iddiayı nasıl değerlendireceğini merak ediyorum. Şimdilik olabilecek en popülist ve sahtekar tavırla, işi bir İsrail tuzağına doğru itiyor hükümet. Bu bence olabilecek en ahlaksız tavır. Tıpkı 11 Eylül'den Amerika'nın "Saddam'a ölüm" demesi gibi. Kendine yönelen soru işaretlerini direkt bir ortak düşmana nefret olarak yönlendirmek sorunu çözmez, büyütür. Nefret üretmek ahlaksızlıktır. Ben böyle düşünüyorum.

Peki bir dünyaperver olsak ne yapardık: Direkt bu dokümanları görebilmenin pozitif olduğunu ve orada geçen -lehimize ya da alehimize- her iddiayı özenle inceleceğimizi söylerdik. Bize duyulan tepkilerin hakedilmiş tepkiler olduğunu görürsek düzeltmek için elimizden geleni yapacağımızı, ancak hatalı beyanları da dünya kamuoyu nezdinde (ABD hükümeti değil!) düzeltmek istediğimizi söylerdik. Assange'a hükümet açısından haksız olabilecek yargıları ortaya çıkarıp bize gerçekleri birinci ağızdan söyleme şansı verdiği için teşekkür ederdik. Şaka yapmıyorum. Hakkınızda bir dedikodu duydunuz diyelim ve siz duyduğunuzda değer verdiğiniz herkes de bunu duymuştu. Ne yapmalısınız?

Biz ne yapıyoruz? Nefret üretiyoruz. En iyi yaptığımız bu. Ötekini şerefsiz, yalancı ve namert ilan etmek. Tüm dünya diplomasi tarihi açısından bir dönüm noktasını, basit bir horoz dövüşünden ibaret saymak.

Konunun yeni işimle ne ilgisi var. Şu an belki de Türkiye'nin ABD öfkesi ve boykotunun en net yönelebileceği yerdeyim. Ama bu ülkenin ve insanlarının dünyasının iyice küçüldüğünü ve bu tip bir skandalı bile sıradanlaştırma ve önemsememe eğilimi olduğunu, iç gündem harici gündemleri olmadığını üzülerek görüyorum.

Assange kırmızı bültenle ve tecavüz iddiası ile İsveç tarafından aranıyor. Kendine bir servis sağlayıcı ve alan adı bulmakta zorlanmaya başladı. Dünya hükümetleri toplu halde böyle bir şey olmamış gibi davranmaya çalışıyor. ABD özür mözür dilemiyor. Muhtemelen Hollywood'da bir garip Assange senaryosu yazılmış, bitmiştir. Seneye izleriz. Ama her şey değişti. Neden mi? Çünkü Amerika'da hala o vatanperverlerden var ve biz Wikileaks'teki Atatürk fotoğrafını konuşurken onlar muhtemelen özeleştirilerini yapıyorlar.

GÜNCELLEME