Cumartesi, Aralık 08, 2007

Bir eli yağda, bir eli balda

Düşünün ki yıllardır Wieden&Kennedy ile çalışıyorsunuz. Bu birliktelikten de ticari başarıların yanısıra sayısız yaratıcı ödül almışsınız, reklamcılık tarihinin en parmak ısırtan başarılarını yakalamşıssınız, her konuda bir numara olmuşsunuz. Sonra o ajanstan iş alır mısınız? Alsanız da başka hangi ajans W&K ile yarışabilir kafanızda?

Bahsolunan marka Nike, geçtiğimiz günlerde koşu ayakkabıları işleri için Crispin ile anlaştı ve CP+B ile ilk kampanyasına da nikeplus ile hemen başladı. Basın ilanı henüz görmedim ama kampanya filmi bu.


Benim gözümde dünyanın bu en pırıltılı ajansları listesinin ilk beşinde yer alan bu iki ajansın Nike üzerinden yapacağı kapışma muazzam olacaktır. Keşke Nike bir iki iş de Goodby'e verse de böylece hangi ekolün daha iyi olduğunu pat diye görebilsek.

Neyse bu oyunun dışında olup izleme keyfi bir tarafa W&K'in bu konuda ne düşündüğünü çok merak ediyorum. Yemedi yedirdi, içmedi içirdi gözbebeği markası Nike'ını arşa taşıdı ama şimdi üzerine gerçekten iddialı bir kuma getirildi.

Bu reklam işinin en sevimsiz yönü de bu. Wieden istese adidas'ın koşu ayakkabılarını alabilir mi ajansa, alamaz... Ama Nike istediğini yapabilir, attı iki ajansı da ortaya şimdi bizim gibiler Wieden mi iyi Crispin mi iyi onu tartışaduracak.

İkisi de iyi, hem de çok iyi. O kadar iyiler ki nike gibi kalite sorunları ayyuka çıkmış bir markayı inatla adidas'ın üzerinde tutabiliyorlar. Nike onların değerini bilir inşallah.

Perşembe, Aralık 06, 2007

Şak Şak Şak!


Doğrusu o ki, rabarba sonunda gözüme girdi.

Daha önce -bence iş ahlakı sınırlarında dolaşan- formamigeriver.com sitesi ile bir şekilde lanse edilen rabarba daha önceki işleri ile benim gözümde çok da iddialı değildi.

Hem yaptığı işlerin daha önce defalarca yapılmış fikirler olması, yeni bir şey ortaya konamamış olması, hem de Alamet-i Farika'nın altında, "bizim ufaklık" duruşu beni rahatsız ediyordu. İyi bi interkatif ajans bir reklam ajansının astı olmamalı bence.

Sonra 'tarife yumurtlayan tavuk'la fikrim değişir gibi oldu. Çünkü ilk kez Türkiye'de bu sektörde internetin yan değil ana mecra olarak kullanıldığı bir iş gördüm. Tahminimce çok da başarılı oldu. Yine de iş çok yenilikçi ve uluslararası kalitede değildi. Ve asıl başarı rabarba'nın mı alamet'in mi bilemedik.

Ancak bigu'da gördüğüm Efe işi beni pek sevindirdi.

Türkiye'nin bence gelmiş geçmiş en iyi advergame'i bu proje. Ama altını çiziyorum, yine orijinal bir fikir yok.

İyi olan marka, fikir ve uygulamanın uyumu. Bu kadar Türk bir konunun bu kadar başarı ile internete taşınmış olması. Çok net iddia ediyorum ki bu iş, uluslararası ses getiren ilk Türk advergame'i olacaktır. Rabarba muhakkak ve acilen bu işe ingilizce alt yazı hazırlamalıdır!

İşin bence övülmesini gereken noktaları:
- Kızımızın vasat üstü oyunculuğu ve tabi ki performansı
- Şahane müzik
- Erkek çocuklarının dansözden gözünü kaçıramayacak olmasından kaynaklanan doğal zorluk ve yine aynı sebepten kaynaklanan üst üste oynama isteği uyandırması
- Seviye uzunluklarının çok ideal olması, uzun uzun bayık bayık olmaması
- Mikrofonlu oynama seçeneği ile daha eğlenceli bir deneyim vaadetmesi(ama bozuk)
- 18 yaş altı yönlendirme esprisi
- Marka ile işin muhteşem uyumu

Eleştireceğimiz yönler:
- Mikrofonla oynamadaki sorun
- Oyunu duraklatma imkanı olmaması
- Data toplama mekanizması (Bence puan göndermeye, bir sıralamaya dolayısı ile hediyelere gerek yokmuş. Bu kadar eğlenceli bir uygulamada yeni bir seviyeye geçmek için karşılıksız olarak bile data verir insan)
- Prodüksiyonun çıplaklığı, düzlüğü (flat)

Gayet güzel. Gayet güzel.

Cuma, Kasım 30, 2007

Ha bi' de anlasam

Viral iletişim dünyasındaki dejenerasyon, artık her işin yapmacık ve şaşırtıcı olmaktan uzak oluşu bir süredir canımı sıkıyor. Paylaşmaya, övmeye değer çok az iş çıkmaya başladı. Epica'da da çok taze ve fırlama bir iş göremedim. Daha doğrusu fırlama olanlar zaten çoktan internet sebebi ile tarafımca tüketilmişti, bloglara girmiş, reklam sitelerince ünlenmiş işlerin dışında gerisi sürprizsiz. Kötü desen değil de, bilemiyorum, belki benim şaşırma eşiğim yükseldi belki de reklamcılar için kısır bir dönemdeyiz.

En son bugün bir pırıltılı viral işe rastladım. Onu da anlamadım. Fransızca bir site, ne yapmışlar ne diyor bilemiyorum. Anlayan varsa bi adım önce çıksın.

Viral film bu:


Viralin yönlendirdiği site de bu:

Pazartesi, Kasım 26, 2007

Defo

Daha önce de kelime oyunu sevme kıroluğumu açık etmiştim. Ama yahu şu film fikri ile, mesajı ile, süresi ile, prodüksiyonu ile, detayları ile iyi reklam değil de ne. Bir hafta yayınla bitsin. Al sana yeni ürün lansmanı. Biz de olsa koca koca saçmalıklar, 60 saniye filmler yapılırdı.

...demişken World relansmanı hakkında yorumumu belgelemek istiyorum: Yıl 1999 ya da 98, Aria lansmanını anımsatıyor bana :)

Gelelim akıllı insanların yaptıkları daha akılcı lansmanlara:

Perşembe, Kasım 08, 2007

Bu ara

Bu aralar Yeni Zelanda iyice coştu. Bir reklamcılık cenneti kuruldu da oradan haberimiz mi olmadı acaba? Bu bir ay içinde beğendiğim ikinci viral iş, ilkini hatırlatayım... Yollarda otomobilden çok koyunun bulunduğu bu ülkeden şimdi de çok başarılı bir kooperasyonla bir Mini işi çıktı karşıma.

Taraflardan biri otomobil dünyasının en genç markası Mini diğeri ise Auckland'da alternatif bir moda mağazası Stolen Girlfriends Club.

Brief mağazanın adından menkul, tahmin edeceğiniz gibi.

Bu iş bana bu ortak çalışmaların markaları ne kadar sıçratabileceğini gösterdi, ne kadar çok kapı açabileceğini. Bir tek kampanya ve Mini markası sayesinde bir marka daha kendini aklımıza soktu. Bu filmi biraz destekleyecek paran olsa İstanbul'a bir SGC açabilirsin mesela. Öte yandan Mini de fazlası ile sebepleniyor bu işlerden alternatif, cool, genç her şey Mini'nin yanında durmaya çalışıyor, Mini de kılını kıpırdatmadan kendi reklamını elaleme yaptırıyor. (Bu cümlem bana şu kampanyayı da hatırlattı)

Herneyse buyrun önce bir SGC internet sitesini gezin:


Aşağıdan da ucuz ama güzel FCB işini izleyin:

Çarşamba, Kasım 07, 2007

Toyota mı Mercedes mi?

Ne biçim soru bu? Neye göre, hangi model, hangi amaçla....

Yok öyle, vakit kazanamaya çalışmadan hemen cevap ver; Toyota mı Mercedes mi?

Hatırlatayım, daha önce Hondamentalizm'in aslında yılların Toyota optimizmi olduğunu söylemiştim. Honda'nın Toyota'yı takip ediyor olmasının tabi ki iyi bir nedeni olmalı.

Biz reklamcılar havalı marka severiz, aman illa'ki "cool" olsun, bilemedin bari bir "attitude"u olsun canım... Ama bunun arkaplanında bir bildiğimiz var mıdır, yoksa "cool" olmasını istediğimiz biz miyizdir belli değil. Özetle tersini de düzünü de işkembeden sallamak olmaz. Tavır dediğin illa şımarıklık demek değildir, yukarıdan bakmak her markaya yakışmaz ve dahi her havalı markadan da adam olmaz

Bu sterotipten hareketle bir reklamcının çıkıp da Toyota markası sevmesi ve "cool" bulması mümkün olamaz, on yıllardır da olamadı. Toyota'nın kendi marka değerleri ile ilgili konularda tavır ve eğlence öğesi taşıyan iletişim yapmamaktaki ısrarı malum. Ama bu tutum onlara başarıyı getirdi mi, ya da başarıda etkisi var mıdır bunu iyi analiz etmek lazım.

Düşünün ki dünyanın en büyük pazarlama şirketlerinden biri, dünyanın dört bir yanında birbirinden farklı yüzlerce reklamı aynı anda üretme ve yayınlama gücüne sahip, ürünlerinin kalitesi ve müşterilerinde yarattığı memnuniyet belli ama nedense markası kendi katı kurallarının içinde ağırbaşlı, kendi halinde ve sakin. Risk almayı sevmiyor, markayı öyle ya da böyle pek elletmiyor.

Reklamlarının çok azı, o da çok kopuk coğrafyalarda (Avusturalya, Costa Rica gibi) o Toyota ciddiyetinin ve bilmiş tavrının dışına çıkıp eğlenceli ya da "cool" hale gelebiliyor. Pek çoğuysa bize öğrencileriymişiz gibi bir tavırla yaklaşıyor, bizimle akran muhabbetine giremiyor, uzaktan konuşuyor. O yüzden de büyüklüğüne tezat, marka bizde pek bi' heyecan yaratmıyor.

Peki Toyota biraz daha eğlenceli olsa n'olur, nesi kaybolur?

Toyota markası marka liginin ilk 10'una yerleşmiş, istikrarlı biçimde de marka gücünü artırıyor. İşin ilginci kendi liginde olan diğer markalar ya devlet destekli, ya tekel ya da çok farklı pazarları olan grup şirketlerin ana markaları (parent company brand). Toyota ise sadece Japon, sadece bir otomobil ve inanılmaz bir rekabet içinde çalışıyor.

Öte yandan yılların özenilen markası, efsane Mercedes ise bu ligde sıfır büyüme ile 29. sırada. Denklem net; Toyota > Mercedes

Bu durum aslında yeni, bu dengeler değişeli 5 yıl ya oldu ya olmadı. Ama kalıcı olup olmayacağını markaların bu dönemdeki adımları belirleyecek, belli ki oyunun kuralları değişti. Eski "cool"lar "kul" oldu ve Toyota inat ve istikrarla insanları kendini sevmeye ikna etti gibi.

Peki Toyota artık kendini ispat etmedi mi, bu muhafazakarlığı daha ne kadar sürdürücek? Biraz gevşese ve zevk almaya başlasa artık olmaz mı?

Bilmiyorum. Ama Toyota Avrupa'da Volkswagen'i aşağı indirmek istiyorsa biraz fıkra öğrenmesi şart. Hele ki daha önce değindiğim gibi Volkswagen'ın da aklının karışık olduğu bu dönem Toyota için fırsat.

Şimdi en son iletişim ipuçlarına bir bakalım.

Mesela Toyota bugünlerde ABD'de yıllardır istikrarla sürdürdüğü (ya da sündürdüğü) "Moving forward" iletişiminde yeni bir adım attı. Amerika'da bu aralar Saatchi ile Dentsu pek bir uyumlu çalışıyor ve ABD'de tek marka ruhu başarı ile korunuyor. Dentsu imzalı bu son kampanya da yine olumlu (optimist), bilgili, donanımlı ve duyarlı bir marka yansıtıyor.. Eğlendirme ve arzulanma kaygısı yok. Buyrun bildik Toyota:






Öte yandan Mercedes'te ise o karakterli marka duruşunun korunduğuna ve korunacağına dair bir takım işaretler de var ama gitgide seyreliyor:


Ama aynı Mercedes'ten bir de ne idüğü belirsiz çatlak ve endişe verici sesler de geliyor. Bigu'da gördüğüm bu haber beni dehşete düşürdü mesela. Haberde geçen ve Mercedes'in yeni marka kimliğini yansıtan video da bu:


Şimdi konuyu toparlayalım.
1. Toyota reklam klişelerinin yap dediğini tam anlamı ile yapmayarak, kendi kural ve doğruları ile bugüne geldi
2. Bu yolculukta titanium sahiplerini, efsane markaları, "aspiration" ilahlarını ezdi
3. Bu vaka bize iletişimde yeni bir ekole işaret ediyor. Skalanın bir ucunda Diesel, Mini, Absolute diğer ucunda da Calgonit yok. Bu skala iki boyutlu değil, Toyota olmak diye bir şey var
4. Toyota'nın bu muhafazakarlığı sadece Avrupa'nın bir kısmında sökmedi, bu kısım dünyanın geri kalanına göre biraz daha sofistike (çok markalı, çok eğitimli, çok müreffeh, vb)
5. Toyota'nın bu sıkıcılığı iyice sıkmaya başladı ve tünelin ucunda farklı renkte bir ışık yok
6. Kan kaybeden markalardan bir olan Mercedes'te ise yeni arayışlar var ama ne aradıklarını bildiklerine emin değilim
7. Çok uzun yazdım, yine bir yere varamadan canım sıkıldı ama ben nereye varıyor olduğumu anladım. Gerisi önemli değil.

Perşembe, Kasım 01, 2007

Dondum kaldım, etkilendim ve öfkeliyim


Çok az reklam ilk gördüğümde beni bu kadar etkilemişti. İkinci kez izlemek istemiyorum, yüreğim ezildi. Oldum olası beyaz kadın ticareti ve tecavüz konuları beni ürkütür ve kanımı dondurur ama Emma Thompson'ın oyunculuğu direnmeme ve kendimi hazırlamış olmama rağmen beni darmadağın etti.

Çok kızdım, viral reklama değil reklamın bana kız dediğine çok kızgınım. Çok.

Helen Bamber dediğin yıllardır kendini sosyal sorumluluğa vakfetmiş bir kadınmış. Onu da bu vesile ile hürmetle anarım.

Korkarım esinlenmek üzereyim


Vakti zamanında bir müşterimizin merkez ajansı olması münasebetiyle takip ettiğimiz gelip geçici mi, yoksa sektörde kalıcı mı emin olmakta zorlandığımız genç ama yaratıcılıkta bir türlü istikrar sağlayamayan CHI yine bir anda kendini bana sevdirdi. İçten bir aferin dedirtti.

Kafamdaki çevrel (ambient) reklam tanımına bir madde daha ekletti. Mecra konvansiyonel, uygulama konvansiyonal ama fikir çevrel... Enteresan

Çarşamba, Ekim 31, 2007

Fetiş, Lynch, reklam, fotoğraf ve ayakkabı kelimelerini aynı cümle içinde kullanabiliriz

Uzun uzun yazacak enerjim yok. Burada Wallpaper yazmış

Bunlar da o fotoğraflardan bir kaçı.





Louboutin markasını daha yakından tanımak için işte bağlantı

Çarşamba, Ekim 24, 2007

Audi kaç, VW kovala

Yahu bazen çok kızıyorum. Audi ve VW gibi Avrupa'yı kasıp kavurmakta olan ve artık ABD'yi fethetmeye başlamış iki markan var. Toyota gibi -ki bence Apple'la birlikte dünyanın en başarılı pazarlama şirketi- bir devin Avrupa'daki tek kabususun. Daha ne? İnsan böyle bir durumda kendi kendine mi dövüşür? Bi' düşün.

Alla'sen "Das Auto" da nereden çıktı? "Vorsprung durch Technik" varken, ben Alman teknolojisinin hasıyım diye bağırırken, oldu mu yanında "Das Auto"? Gülmezler mi adama... Ca'nım "Drivers wanted" dururken, tüm dünya Alman'ya da beyin göçü yüzünden hiç mühendis kalmadığını biliyorken, nedir dertleri anlamıyorum ki...

Zaten tüm otomobillerin birbirine benzemeye başladı. Bir de ne gereği var VW'i Audileştirmenin, Beko-Arçelik ikizleri gibi?...

Bu sloganlar:



Bu modeller:



Bunlar da iletişim dilleri/tonları/mesajlarına bir örnek:





Bu markaların arasında ne fark kaldı yahu, nedir Audi'yi Audi, VW'di Volkswagen yapan?

Dur daha diyeceklerim var, bu konuda. Bitmedi...

Benim de insightım var, ben de insanım

Salı, Ekim 16, 2007

iSuspect Al Gore

Biraz kafam karıştı. Al Gore, malum çevreci şahsiyet, artık bir Nobel sahibi. Nobel sahipliğinin kredibilitesi sorgulanıyor, o mevzulara girip fikir yürümek beni aşar ama Al Gore konusunda bir iki lafım var.

Al Gore'un 2003'ten bu yanan Apple'ın yönetim kurulunda olduğunu biliyor muydunuz? O Apple ki daha önce de altını çizdiğim gibi Greenpeace'in bir süredir en tepkili olduğu teknoloji şirketi ve tüm dünyanın hemen hemen çevreye en duyarsız elektronikçisi.

ve Al Gore Apple için çalışıyor. Yıllardır da çalışıyordu.

Her ne hikmetse ve tesadüf oduk ki 2006'da alınan Oscar'dan sonra Apple'ın çevreye yaklaşımı değişmeye başladı ve nihayet Mayıs ayında çevre politikalarında düzeltmeye gidildi.





Niye tesadüf diyorum, sizce karbon salınımının ve çevre bilincinin en düşük olduğu bir ülkeden, Amerika Birleşik Devletleri'nden dünyanın bir numaralı çevre kahramanının çıkması ilginç değil mi? Greenpeace ve WWF yıllardır yaptıklarının karşılığında değil bir ödül, bağış toplamakta bile zorlanırken eski bir politikacı, ötesinde yeni bir pazarlama şirketi yöneticisi, daha da ötesi medya patronu ve en bi' ötesi Amerikan Al Gore'un altından bir tahta oturtulması çok garip değil mi?

Al Gore... hiç başkan olamadı ama şu dünyada iyi bir rol kapmışa benziyor. Wikipedia anlat anlat bitirememiş: çevre kahramanı, eski başkan yardımcısı, Apple'da yönetici, Google'da danışman, medya patronu (Emmy sahibi Current.TV de onun), Oscar ve Nobel fatihi, Live Earth organizatörü...

Bir iki tane de ben ekleyeyim: kurnaz pazarlamacı, trendspotter, maşa, Amerikan masalı...

Pazar, Ekim 14, 2007

Aile otomobili mi, spor otomobil mi?

Bu soru otomobil dünyasının yeni yeni sordurmaya başladığı bir soru. Bundan on-on beş yıl öncesine kadar spor otomobiller ya zenginlerin hobi otomobili (tek otomobili değil) ya çapkın bekarların erk sembolü ya da andropoz dönemi oyuncağı olarak pazarlanırdı. Kimsenin aklında Porsche mi, Volvo mu gibi soru olamazdı, ikisi birbirinden ay ve güneş kadar farklıydı. Sürüş keyfi ve hız isteyen Volvo, konfor ve iç hacim isteyen de Porsche'den uzak dururdu. Ancak yıllar içinde yeni motor teknolojileri sayesinde artık hız ve konfor birarada bulunabiliyor. Artık otoyollarda sol şeritten tüm hızı ile tozu dumana katan bir Porsche de olabilir, bir Volvo da...

Doğal olarak da artık insanların aklında spor mu aile otomobili mi gibi bir soru yok, soru, şehir içi mi otoyol mu haline geldi.

Bu durumdan en zararlı çıkacak olanlar da spor otomobilciler, çünkü otoyolda sürüş zevki için artık yeri öpen bir çift kapıya ihtiyacınız yok, hantal görünümlü pek çok otomobil hem artık çok daha atik hem de sizin spor otomobilinizen daha konforlu.

Şehir içi desen, iki gruba kaldı: B ve B- sınıfı küçük otomobiller ve dizeller.

İşte bu yüzdendir ki Porsche Cayenne'i yaptı, Aston Martin sedan peşinde, BMW ve Mercedes ve hatta Alfa Romeo şehir içi otomobiller pazarlıyor.

Bu gelişmeler nihayetinde iletişime de yansıdı ve bir yandan spor modeller kendi ruhlarını korumaya ve 5 kapılı otomobillere pay kaptırmamaya çalışırken, diğer yandan da güçlü ve iri olanlar sporlara saldırıyor.

İşte bu garip çekişmenin iki örneği arka arkaya. Mazda MX-5 ve Volvo XC 70.


Çarşamba, Ekim 10, 2007

Küçük pazarın büyük cesareti Yeni Zelanda

Aslında pazarın büyüklüğü ile reklam endüstrisinin yaratıcılık seviyesi aslında bir ilişki olduğunu sanmıyorum. Güney Afrika da yaratıcı, Hindistan da, Brezilya da Yeni Zelanda da... Bunların tek ortak noktası bile yok.

Dün gece yine bir Zelanda işi görüp kıskandım, Adfreak pek beğenmemiş ama ben beğendim. Çünkü viral işlerden benim beklentim biraz farklı, ben viral işlerin tek marifetinin entegre kampanya mesajını taşımak olmadığını düşünüyorum. Siz kitlesel mecrada tek bir mesaja odaklanabilirsiniz ama viral dünya sizin marka evreninizi dinamik, zengin ve zeki tutmanızı sağlar. Her viral kampanyanın satışa direkt etki etmesi ya da bir tekil odaklı(single minded) kampanyaya yapıştırılmış olması gerekmez. Viral kampanyalar markanın sizi davet ettiği partiler gibidir, çok eğlenirsiniz. Bazıları unutulmaz, bazıları da unutulur. Marka evreninin ve tavrının içinde olması, marka ile ilgili bir mesaj/duygu/tavır taşıması ve eğlenceli olması yeterlidir.

İşte "Bigger nuts" (çift anlam; daha büyük fıstık/erbezi)kampanyası da böyle. Belli ki pazarda rekabetten ötürü, fıstık boyu önemli bir etkenmiş. Ama Snickers markasının küresel stratejisi gereği kah "snickers satisfies"a kah "feast"e gitmesi, kısaca Snickers'ın tok tutucu ve enerji verici olmasına odaklanması şart. Dolayısı ile adfreak'i üzmek pahasına reklamcı dostlarımız bu viral kampanyayı yapmışlar. Kampanyanın hem fikri hem de uygulanışı keyifli. Reklam kastının ne tür bir tezgah içinde olduğunu baştan bilmemesi kampanyanın izlenirliğini arırıyor. Umarım başarılı olur ve konservatif reklamcılar bir kez daha dunur olur. Oh!

Önce karşınızda mekanizma ve kamera arkası;


Şimdi viral film ve diğer medya uygulamaları:



Salı, Ekim 09, 2007

Şehvet mi, aşk mı?


Fotoğraftaki hatun (?) Alex Bogusky. İlan İtalyan bir reklam blogu ("bloğu" mu yazmak lazım acaba)için. İçgörü bizden, biz dediğim reklam böcükleri. Nedir peki bizim o içgörümüz; biz yaratıcılığa hastalık derecesinde tutkunuz. Bu tutkunun açıklanabilir, anlamlı bir menşei yok. Reklam dediğin bilim değil, erdemli hiç değil. İnsanlığa çok vageçilmez bir faydası da yok. Peki bizim derdimiz ne? İşte orada sular biraz bulanık.

Reklam dediğin işe ego karışmıştır. O ego ki, "ben yapacağım" der "benim elimden kurtulmaz"... O ego kendini ispatlamak ister, yıldız olmak, ajansı, markayı kurtarmak. O ego gani gani ödül ister. O ego şehvet yüklüdür, şehvetin önünde tüm barajlar strafordur, köpüktür.

Öfkeyle karışık sever reklamcı, gel-gitleri fenadır. Hem deli gibi kıskanır, hem de her vesile ile kötülüyeverir; "Bizim Alex de kendini tekrar etmeye başladı, başlarda iyi gidiyordu ama...", "O iş biraz fazla esinlenme, CP+B'de beklemezdim"...

O içgörü ki bazen biraz sapıktır. İnsana kendini unutturur, öldürmez süründürür.

Cuma, Ekim 05, 2007

Reklam Cetveli

Gerçekten... İmleci kısaltmaların üzerine getirin.
brand elements
Built by Kolbrener, corporate branding experts

Çarşamba, Ekim 03, 2007

Önce bi' düşün...

Daha önce de Hyundai'nin Goodby gibi bir reklam hokkabazı ile çalışmaya başladığını ve bu işbirliğinin de hem Ford'u, hem de Toyota'yı korkutması gerektiğini söylemiştik. İşte o kampanyanın internet sitesi ve filmleri:





Facebook'tan sonra hayat var mı?

Antony Hegarty ShowStudio'da

Kendisini pek severiz, buradaki konseri de şahaneydi. Bu ara Showlar ShowStudio'da Hussein Chalayan ve Nick Knight'la bir proje üzerindeler. Sanattan anlamayan bir insan olarak, ne yaptıklarini ve neyi ne zaman bitireceklerini anlmayaya çalışırken, 2005'te Nick Knight'la yaptıkları bir başka projeyi gördüm. Hoşuma gitti. Debelenmeyin, sizin de hoşunuza gidecek.

Perşembe, Eylül 27, 2007

Seksist ama konu da uygun

Seksist reklama karşıyız. Sonuna kadar. Yıllardır defalarca erkek "yaratıcıların" ev kadınlarına dönük iletişimde nasıl bir bakış açıları olduğunu görme şansım oldu ve kesinlikle, sektirmeden, özellikle nefret ettim bu kendini gelişmiş ve sofistike sanan ve beyinlerinde ev kadınının köleden farkını anlamakta zorlanan gerikanlılardan. Kadınlar hakkındaki bazı gerçekleri ben de kabul ediyorum, örneğin genelde kadınlar iyi otomobil kullanamazlar. Ama bunun sebepleri vardır; yetiştirilişlerindeki motivasyonlar, beyinlerinin çalışma dinamiklerinin farklı olması. Otomobiller ve pek çok makina aslında erkeklerin kullanacağı şekilde tasarlanır; birbirinden %100 ayrılmış menüler, düğmeler ve fonksiyonlar... Oysa gelecekte tasarım "fuzzy" olmaya doğru kayınca görün bakalım kadınlar mı erkekler mi daha iyi otomobil kullanacaktır. Mesela bence dünyanın en kötü otomobil kullanan cinsi telefonla konuşan erkeklerdir. Aman tanrım, sanki telefon çalınca beyni durduruyor, iki işi asla aynı zamanda yapamıyor. ya o ya o... Ama işte ataerkil ego bazı eksikleri görmeye engel, o ev hanımın ev işi yaparken sadece ev işi yaptığını düşünür erkek beyni. Halbuki kadının aynı anda beyninde pek çok dosya açıktır. Hepsini proses eder, hepsini değerlendirir. Daha esnek düşünür, daha az köşelidir. Bir kadın yerleri silerken köle gibi hissetmez, kendisine köle gibi davranıldığını hissederse yer silmek onu germeye başlar. "Yer silmek" yerine her eylem gelebilir, eylem esas değildir, esas olan diğerlerinin o eyleme verilen tepkidir.

Bunca geyikten sonra, konuyu Sega'nın yeni oyunu Rally Revo'ya bağlayabiliriz. Oyun benim hiç sevmediğim erkek çocuk oyunlarından, bu tip "yarış" oyunları bana hep vakit kaybı gibi gelir, eğlenceli olmasına bir şey demiyorum, orası öyle, ama bir kaç arkadaş birbiri ile yarışıyorsa eğlenceli. Yoksa hep aynı işi, hep aynı şekilde sadece daha hızlı yapmaya çalışmak benim beynimi tatmin etmiyor.

Zaten oyun/eğlence endüstrisi de bunu çok iyi bilir: yarış (racing) ve aksiyon (action) oyunları/filmleri erkekleri hedefler, daha hikayeye dayalı maceralar (adventure)ve dramalar(RPG) dişileri çeker. Örneğin, Warcraft ne kadar erkeksi görünse de kadınların da zevkle oynadığı bir oyundur.

Dolayısı ile de bir yarış oyunu elbette sadece ve sadece erkekleri hedefler. Ve reklam kirli bir oyundur, ahlaki sınırları fazla esnektir. Buyrun size komik, eğlenceli ama bir o kadar seksist Sega viral reklamları. Ödül de alacaktır, çok insan da gülecektir. Ama Sega'nın da öngördüğü gibi kendisine saygı duyan (köle olmamış) kızlar bu oyunu sevmeyecektir.
intro

I

II

III

Yaşasın Silent Hill, yaşasın Final Fantasy... Yaşasın seksist olmayan oyunlar!

Perşembe, Eylül 13, 2007

Bir anda burnuma çocukluğumdaki kokular geldi


Bir markayla duygusal bağı olmak ne demektir, bir anda onu hatırladım. Aslında o markayı ne kadar seviyor olduğumu, benim için heler ifade ettiğini.

Bunu bir reklam mı yaptı, yeni ürünlerden birine mi bayıldım, bir satış noktasında ürünü denedim de ondan mı heyecanlandım... Hayır. Sadece yıllar önce elimde tuttuğum ve belki de dünyadaki her şeyden daha hayran edici bulduğum bir oyuncağın (benim bile değildi) resmini görünce hatırladım. Evet, ben bir Nintendo çocuğuyum. PS2, PS3, Xbox hepsinden önce benim hayatıma Nintendo girmişti ve ben onu çok sevmiştim. Japonlar bu bağı kullanmayı yeni akıl ettiler ve etrafta Game&Watch oyunları dolaşır oldu. Ben her şeyin "Vintage"ını severim hesabı.

Bu arada keşke yıllar önce bize Game&Watch (halk arasında "geymvoç") markasını değil de Nintendo'yu öğretselermiş, o zaman Wii'den önce Cube'la, DS'le de dünyayı sallarlardı.

Britney Spears ile Ford'un ne ilgisi var?

Bu aralar reklamcılıktan çok sıkıldığım söylenebilir, biraz taze hava almaya çalışıyorum. Bugün gördüğüm bir videoda önce reklamcılıkla ilgisiz gibi göründü gözüme sonra da nedense Ford'un iletişiminin ne kadar kötü olduğunu düşünürken buldum kendimi.

Durum biraz karışık...

Aşağıdaki video çok özel, çok komik ya da çok ilginç değil. İlginç olan iki gün önce eklenmiş bu videoyu iki günde 3 milyonun üzerinde insanın izlemiş olması da değil.
Bence ilginç olan tepkiler... Sadece iki yıldız almış bir video için iki günde 50 bin yorum epeyce yüksek sayılır. Bu yorumlara bakınca da aslında insanların bu videoya bir tepki verme ihtiyacı duyduğunu çok net görebiliyor insan. Yapılan yorumlar müthiş anlık. İzleyen insanlar nedense bu adama bir cevap vermek zorunda hissetmiş, kayıtsız kalamamış...


Ford'un Bold Moves'unu hatırlar mısınız bilmem. Geçen sene başlattıkları kampanyanın daha ilk günden çok sürmeyeceği belliydi. Çünkü geçmişin lider Ford'u bir anda alınganlaşmış ve garip tepkisel bir tavır benimsemişti: "Değiş ya da yok ol", "Biz Amerikalılar kendimize gelmeliyiz"... Toyota'nın alaşağı ettiği besbelli Ford, aniden uyanmış ve yüksek sesle "Eyvah" demişti. Savaşta en önemli kurallardan biri korkunu belli etmemektir ya... İşte Ford korkusunu belli etti.


"Leave Britney Alone" videosu ile bu kampanyanın ortak noktası da bu; İkisi de ajite ve suç atan iki iletişim örneği ve sonuçta müthiş tepki gördüler. Bazen olumlu ama çoğu zaman olumsuz. Haırlıyorum Ford'un o dönemde kullandığı Web 2.0 kurumsal sitesi de herkesin yorumlarına açık bir blog yapısındaydı ve Amerikan tüketicilerden Ford'a "bizi suç ortağın gibi görme, ne yanlış yaptıysan kendin yaptın" anlamına gelen mesajlar yağmıştı.

Sonuçta "Bold Moves" denilen kısa sürdü ve markayı ileri değil geri götürdü.

Lakin Ford'da başarısızlığı paniği, paniği de başarısızlığı tetikliyor.

İletişimde de bugün sanki pazara sonradan giren, yabancı olan kendileriymiş gibi "Swap your ride" kampanyası ile bir "challenger" iletişimine başladılar. Mübarek sanki Ford değil Hyundai... Buyrun sitedeki testimoniallardan birini izleyin:

Zaten önce Toyota'nın kendine rakip olarak gördüğü ve sollayıp geçtiği Ford'u, şimdi Hyundai gözüne kestirdi. Bu gidişle o da geçecek. Çünkü Ford bunları yaparken Hyundai ne yapıyor dersiniz? Goodby, Silverstein and Partners'la çalışmaya başlayan Hyundai, çok sıkı geliyor ve tam yerinde ve tam zamanında "Think about it" diyor

Filmleri de yakında sizinle paylaşacağım inşallah.

Çarşamba, Eylül 12, 2007

Dr. House, işin sırrı ne?

Reklamla meklamla hiiç alakası yok. Buyrun:

"Coke side of the world", 5. sezon

Bugün bir Coca Cola reklamı daha gördüm de, artık içimin sıkıldığını farkettim. Coca Cola o kontrolsüz, teen-ager dev elleri ile neye dokunsa tadını kaçırıyor. Her adımı büyük, aşırı ve gürültülü. Yiyebileceğinden fazlasını tüketiyor, aç gözlülüğü ile her şeyin cılkını çıkarıyor.

"Coke side of the world" dünyası da böyle oldu. Nerede Microsoft Zune'un "yenisi çıktı mı acaba" diyeceğiniz, her biri bir diğerinden farklı paylaşım (sharing) filmleri, nerede nereye koştuğunu bilmediğimiz "happiness factory" dünyası.

Bence "happiness factory"ye devam etmeye çalışırlarsa iş "the lost" gibi bir şey olacak. Mesela bugün gördüğüm filmi kafanızda "happiness factory" ile aynı düzleme koyun bakalım. İnsanın beyni, ve dahası verilen onca emeği düşününce içi acıyor.

Pazartesi, Eylül 10, 2007

Hayalgücünün sınırı bal gibi de var

İnsanın hayal gücünün ne kadar sınırlı olduğunu şapşahane, ayna gibi gösteren bir video gördüm newlaunches'da.

İnsanın hayalgücü kafasındaki formatlarla sınırlıdır, o yüzden yaratıcı olmak istiyorsanız ya da etrafınızdakileri daha yaratıcı kılmak gibi bir derdiniz varsa önce bu formatlarla savaşmanız lazım. Yoksa ne kadar ilham verici/alıcı olursanız olun başlangıç noktanızdan çok uzaklaşamazsınız.

Mesela bu 1967 yılından 1999'a bir bakış içeren bir kısa filmde en ilginç nokta, bu akıllı ev sisteminde görülen her fonksiyonun fotoğrafik olması. Tabi ki 1967'de tabi ki kimse "dijital" düşünemiyor ve yazılım diye bir şey yok. Yazı dediğin sadece kağıt üzerinde yaşayabilen bir kavram...

Düşünüyorum da bu bizim de geleceğin haberleşme teknolojilerinde 3 boyutlu projeksiyon teknolojileri düşünmemiz ya da otomobilleri ille ki uçuracak olmamız gibi bir şey aslında. Biz de bugünün kalıpları ile kısıtlı düşünüyoruz, halbuki bugünden biliyoruz ki sanal gerçeklik içinde aslında yüzyüze (başka birinin gerçekliğinde) iletişim kurabilmek ya da sanal seyahat mümkün. Yani aslında şu an bile biri uğraşsa evden hiç çıkmadan işyerindekilerle toplantı yapabileceğimiz, ofise gitmeden işlerimizi aynen yapabileceğimiz, dolayısı ile otomobile binmekten kurtulacağımız bir dünya mümkün.

Ki bunu söylemek için hayalgücünü hiç kullanmana da gerek yok

Bu klişeyi neden beğendim

Reklamcılıkta bazı klişeler vardır ki, bilirsiniz ki iyi bir prodüksiyonla bu klişeler her seferinde kendini izletecektir. Mesela çocuk ve hayvan sevimliliklerini herkes severek izler, ya da herkesin dansederek eşlik ettiği bir cıngıl(jingle) muhakkak dillere pelesenk olur, bir şekilde şaşıran/şaşırtılan ünlüler de daima dikkat çeker... Vs. vs.

İşte o klişelerden biri daha; ünlü insanları taklit eden (ya da havalı olmaya çalışan) aslında pek tipsiz sıradan insanlar.

İzlerken önce kendime çok şaşırdım, bu kadar klişe bir reklam kampanyasına bunca tecrübeme rağmen hala gülüyor olmam bana harip geldi. Sonra acaba Mısır filmi diye mi sevdim diye düşündüm, ne de olsa yıllardır Türk olmanın kompleksini taşıyor ve Avrupalı meslektaşlarımızın gerisinde olmaktan bilfiil gocunuyoruz. Hazır bizden beterini bulmuşken; "Aferin Mısırlılara, bak enikonu reklam çekmişler canım" diye içimden bir küçümseme geçivermiş olabilir ben görmeden.

Sonra biraz daha izleyince buldum. Uzun süredir bu ülkede bu kadar naif ve samimi bir reklam görmediğimi farkettim. Etraf abartılı prodüksiyonlar ve iddialı reklam filmleri ile dolu. Kendini ve kültürünü sahiplenen ve bu sahiplenmeyi samimi bir tonda verebilen hemen hemen hiç reklamımız yok. Mesela 'Lay's'in "Yiyin gari" teyzesi bile, o "yerel" duruşunun ardında o kültürü zerre sahiplenmeyen, sadece Amerikan bir pazarlamacının yıldız olarak bir yerliyi kullanığı besbelli bir kampanya. (çok kompleks bir cümle oldu ama anlayan anlar)

Ama Kahire Leo Burnett'in filmlerinde olan; has, saf, samimi, mütevazi ve esprili bir Mısırlılık hali. Bravo yönetmen her kimse ve yaşasın komplekssiz hakların kardeşliği!



Perşembe, Eylül 06, 2007

Elektronik müzikten elektronik bir enstrüman: reacTable



Björk'ün California'daki konserinde ilk kez kitleler önünde kullanılan reacTable eğitimi, virtiyözü, tekniği olmayan, "anyone can cook" felsefesine uygun bir nüzik aleti.

Bakıcaz, görücez.

Cuma, Ağustos 31, 2007

Diesel, are you alive?

Kendi adıma ben parfüm alanında reklamdan epeyce etkilenirim. O parfümün hedef kitlesi kim, benim dünyama uygun mu, zevklerimiz aynı mı reklam bana bunun cevabını verir. Hep verdi ve ben o cevabı hem önemsedim. Reklamını benim dünyama uygun bulmadığım bir parfümü almadım, bana uygun gördüğümü de en azından muhakkak test ettim.

Çok nadir reklam vardır bana bir şey anlatmayan, bunlardan biri de Diesel oldu. Diesel'in yeni parfüm serisi Fuel For Life için sanırım hedef kitle ben değilim.
Ama hedef kitlesi her kimse, onlara ne kadar ne anlatıyor, ona da emin değilim.

Öncelikle Diesel'in ana sayfasına girdiğinizde sizi kendini tekrar eden (loop'lu) korkunç bir ambulans sesi karşılıyor, üzerine de kötü dublaj bir "R U Alive?" sorusu.

Sırf o sesten kaçmak için can havli ile tıkladığınızda Fuel For Life'ın kendi sitesine gidiyorsunuz, tam kurtuldum sandığınızda Diesel'e hiç yakışmayan, son derece sıradan bir siteye düştüğünüzü farkediyorsunuz.

Sitenin heyecan verici, Diesel'e yakışır ya da "Are you alive?" fikrini ortaya koyan hiçbir yönü yok. Sıkıcı, basit bir adversite... Sıradan interaktif uygulamalar arasında; Yaptığınız garip ve ne idüğü belirsiz resimcikleri gönderebildiğiniz bir havuz, yabancılarla ("stangers" yazılmış, nette yabancılarla konuşmak yasak ya da kötü ya, bunu yapanlar da çok çılgın olsa gerek) bir garip bahçe, siteye girip kızlara asılan sivilceli çocukların profillerinin yer aldığı bir sayfa, kampanya filmlerini izleyeceğiniz bir salon...

Diesel ilk kez bu kadar büyük bir hata yapmış ve bu kadar anti-cool bir işe imza attığını görmüş olmak benim için şaşırtıcı.

Buyrun bunlar da aynı anlamsız kampanyanın zorlama filmlerinden bir kaçı:


http://www.youtube.com/watch?v=I5KHHuJgc90

Ve 7-8 ilandan oluşan ve hemen hemen her profilden insanları içine alan "hedef kitle: herkes" gibi görünen basın ilanlarından bir kaçı:




Kendime engel olamadım


ben güldüm, allah sizi de güldürsün :)

Wong Kar-wai bize de bi film çeksene

Kendisine hayranlığımı saklayamam. Her ne kadar son filmi My Blueberry Nights'da başrolü Norah Jones'a vererek beni şaşırtsa da önce filmi izlemem lazım, onun da yolundan dönüp dönmediğine emin olmam için. Sanmayın ki ticari filmlerden hazzetmiyorum, bilakis bir genelleme yapılacaksa ortaya asıl hazzetmediğim sanatsal filmler olduğu çıkar, hatta beni tanıyanlar genel olarak sanattan hiç hazzetmediğim sonucuna da varabilirler. Benim hazzetmediğim ticari olayım derken zeka seviyesi düşen işler. Ticaret yapayım derken yapılan kötü, köskötü ve bir o kadar insanlığın gelişimine saygısız işler.

Yoksa Wong Kar-wai'nin çokça para kazanması ve kazandıkları ile yeni filmler yapması benim de dileğim. Helal-i hoş olsun. Nitekim kendisinin geçmişinde ne kadar çok reklam filmi olduğunu görünce insan, "Aa, bildiğin reklam yönetmeniymiş adam" demekten kendini alamıyor. Ama aynı insan o reklamları bir izleyince de "Aa, reklam yönetmenliği kisvesi altında kısa filmler çekmiş adam" diyor. En son olarak aynı insan Philips Aurea için Wong Kar-wai'nin bir de reklam amaçlı kısa filmi yaptığını görünce de "Aa, hastasıyım bu adamın" demek istiyor. Ve isterse diyor da.

İşte Wikipedia itibarı ile Wong Kar-wai reklamları:

1. 1996 Takeo Kikuchi için wkw/tk/1996@7′55″hk.net


2. 1998 Motorola


3. 2000 Suntime Wine (bulamadım)

4. 2000 JCDecaux (bulamadım)

5. 2001 Orange (bulamadım)

6. 2001 BMW (BMW films projesi)


7. 2002 Lacoste


8. 2006 Lancome


9. ve 2007 Philips Aurea (Asıl film için linki takip edin, alttaki sadece trailer)

Perşembe, Ağustos 30, 2007

iCar "My car" olamaz!

İçimden bir ses "büyük konuşma" dese de mantığım başlığımın arkasında. Çünkü Capital dergisinden kaynaklanan ve blog hızı ile yayılan haberden ben herkesten farklı bir sonuç çıkarıyorum. Apple ve VW'in işbirliğinden müthiş bir yenilik çıkmaz.

Bence Apple ve Steve Jobs'un yepyeni bir otomobil fikri peşinden gittiği filan yok. Eğer öyle bir girişimleri olsaydı bunu bir Alman markası ile, hem de Amerika'da kaybeden markalardan bir Alman markası ile böyle bir yola çıkmazdı. VW Avrupa'da başarılı bir marka olabilir ama hem yenilikçi, icatçı bir marka değil, hem de Amerikan pazarında çok çok zayıf.

Dolayısı ile Apple'ın dengi değil, Apple gerçekten otomotiv dünyasına girecek olsaydı bunu ya teknoloji lideri Toyota ile ya da politik nedenler ve ABD devlet desteği ile kendisi kadar Amerikan GM ile yapardı. Haricinde bir seçenek yok, çünkü diğerlerinin bu iki kurum kadar büyük pazarları yok. Apple için pazar bu kadar önemli mi, daha küçük ama cool markalardan biri ile, mesela Mini ile, bu işbirliği olmaz mı derseniz, cevap; olmaz...

Apple paranın tadını o kadar fena aldı ki, çevreye duyarlı olması için çırpınan Greenpeace'e bile yıllarca direndi ve neredeyse tüm teknoloji devleri arasında çevreci üretim politikalara geçiş yapacağını açıklayan son kurumlardan biri oldu. Şöyle vurguyu artırayım, şu an Çin markası Lenovo'nun bile çevre duyarlılığı Apple'dan fazla.

Konuya dönecek olursak, Apple VW ile bir otomotiv devrimi yapmaz. Yapsa yapsa minik bir işbirliği yapar. VW marka otomobillere ya da yeni bir modele özel bir elekronik çözüm üretir. Bunu isteyen ve sipariş eden de VW'dır. Amaç da VW'ın Avrupa pazarında avantajını korumasını sağlamaktır. Tahiminimce Fiat'ın Microsoft ile geliştirdiği Blue&Me gibi bir teknoloji geliştirilecektir.

Ama tabi bu işbirliğinin ne kadar cilalanıp, ne kadar büyük bir mucizeymiş gibi gözümüze sokulacağını şimdiden tahmin edemiyorum. Apple'ın 'buzz' yaratma konusunda tüm dünyanın imrenerek baktığı yeteneği ile VW'ın Avrupa'yı kasıp kavuran iletişim yeteneği bir araya gelince herkes bu mucize teknolojiyi (?) satın almak için sıraya girecek.

Ben girmeyeceğim, iCar buysa ben almayacağım.

Cuma, Ağustos 17, 2007

Artık sıkıcı marka yok, sıkıcı ajans var

Ben kendimi gördüm göreli Nivea'nın o "sıkıcı mavi" reklamları haricinde bir Nivea reklamı izlemişliğim yok. Philips desen, pek sevdiğimiz bir marka ama o da bir öğreten adam tavrından kurtulamayan ve aynı sıkıcı mavi tonunu daha az baskın olsa da kullanan bir markamız. Peki nasıl olur da bu iki marka, hem de el ele verip yaratıcı bir işe imza atarlar? Yaratıcı iş derken Cannes'da titanyum alacak demek istemiyorum ama doğrusu benim kriterlerime göre epey bir yaratıcı bir kampanya var karşımızda.

Televizyon desen bence acaip heyecan verici ve leziz. Aşağıda teaser ve ana film sırayla:



Internet sitesi buram buram trend kokuyor ve içinde birbirinden şahane üç animasyon filmcik barındırıyor:





Şahane, şahane ve şak şak!

Perşembe, Ağustos 16, 2007

Ambient dediğin...


Bu bir süredir gördüğüm en iyi çevrel(ambient) iş. Artık şu tuvalet toplarından, yanına gidince suratına tüküren aparatlardan filan gına gelmişti. Ve içimden bir sey "bunun da cılkını çıkardılar" diye acaip sinirleniyordu ama bugün bu işi görünce gerçek çevreselin ne olduğunu hatırlayıp sevindim. Mükemmel fikir, mükemmel marka uyumu (nike=play), mükemmel uygulama... neden mükemmel uygulama, çünkü aşırı makyajlı, yapay, sokak gerçeklerinin dışında ve sahte değil. Samimi ve "ambians" ile uyumlu.

Daha da ötesinde gerçek! Bir süredir bu blog üzerinden nefret ediyor olduğum urban spamler ve sadece blogvertising amaçlı olduğunu düşündüğüm hayal mahsülü gerilla ve çevresel işlerden dem vurmaya da çalışıyorum. O yüzden böyle gerçekleşebilir/gerçekçi işleri görmek beni oldukça sevindiriyor

Hondamentalizm dediğin Optimizm değil mi?

Optimizm, Toyota'yı Toyota yapan yapı taşlarından biri. Türkiye ve tüm Avrupa için "Today. Tomorrow. Toyota"; Amerika için "Moving forward" ve F1 için kullanılan "Practice makes perfect" ifadeleri birer reklam sloganından öte markanın optimistik rolünü tanımlar (adidas'in "impossible is nothing"i gibi). Toyota için Toyota Way'den sonra belki de optimizm gelir. Ve işte o optimizmi tüketiye tanımlamak görevi de iletişimindir. Japonya'da zaten kültürel bir birleştirici unsur olan optimizmi taşımak/yansıtmak kolaydır. Amerika'da da bir şekilde iletişim bu görevi büyük başarı ile sürdürmektedir. Ancak Avrupa bu naneyi bir türlü sindirmemektedirler. Tabi bu sindirilmezlikte, felsefe dediğinin hem ağır hem de ciddi olmak zorunda olduğunu düşünen Avrupalı iletişimcilerin de etkisi büyüktür. Uzun lafın özü, Optimizm aynı zamanda Toyota'nın Avrupa başarısı önünde kazık gibi duran bir "sıkıcı"lık heykelidir. O engel de kalkınca muhtemelen Avrupa da Toyota hastası olacaktır. VW ve Ford gibi markaların başı acaip belaya girecektir.

Bunca Toyota reklamı(?) yapmamın bir nedeni birazdan izleyecek olduğunuz Honda reklamlarının aslında ne kadar da Toyota reklamı olduklarını göstermek. Dediğim gibi önünde sonunda optimizm dediğin Japon olmaktan geliyor. Ee, Honda da Japon, onlar optimist değil mi? Elbette öyle. Hatta "Power of dreams" dediğin şeyin özünde de optimizm var. Ve işte bu "power of dreams" fikri de yine Amerika'da Honda'yı Honda yapan iletişim fikri. Bakın bakiim su "optimizm" harikasına:



Ama işte mesele şu ki, Avrupa kıtasına gelince şu optimizmi anlatmak dünyanın en acaip işi oluveriyor. Bir kasvet, bir ulviyet, bir rehavet... Aman aman.

Yine de tabi ki gözünü sevdiğim W+K Londra elbette Toyota'nın Saatchi'sinden cok daha iyi bir performansla biraz daha eli yüzü düzgün, en azından sıkıcı ama dikkat çekici ve anlaşılır bir kampanya yapmış.

Ve karşınızda Honda'nın Avrupalılara optimizm anlattırıp bir anda Toyota'ya dönüşüverdiği an. İşte Hondamentalizm:

Açılış Filmi:


Devam kampanyası:









Bu da neden beni sınav ettiğini anlamayıp sinirlendiğim, sinirlendikçe sıkılıp cevapları uydurduğum, sonra da sıkıldıkça sinirlenip bitirmeye çalıştığım Hondamentalizm testinin yer aldığı sayfa. Uyduruk cevaplarıma rağmen benim bir tutku insanı olduğumu ilan eden(hondamentalizmde tutku, gerçek yaşamdaki saksı kafalı olmak özelliğine denk geliyor olmalı)kabus sayfa da burada:


Valla hayatta başarılar diliyorum hem Honda'ya hem Toyota'ya. Bakalım hangisi biz pesimist, melankolik ve ansiyete sorunu olan Avrupalıları bir anda optimistik yapacak?