İşim kadar çok hayatımın önüne geçti ki uzun zamandır buraya bir şey yazmak içimden gelmez oldu. Ama yazasım da var, sadece mesleki şeyler yazasım yok. Peki kim demiş ki tutarlılık önemli diye, belki de önemli değildir. Belki de buraya her istediğimi yazabilirim. Belki de artık başka şeyler yazmaya başlamanın zamanı gelmiştir. Madem ki yazılacak şeyler var; bir blog daha açmanın, oturup onun tasarımını da düşünmenin ve sürekli ertelemenin ne anlamı var? Cevap veriyorum; anlamı yok. Mesela bugün bir şarkı ile başlayalım dönüşüme...
Birazcık melankolik ama melankoli aslında rahat bir ruhun kolayca taşıyabileceği bir yük. Çünkü melankoli ne zaman neye sahip olduğumuzu ve nerelerde olduğumuzu bildiğimizi gösterir. Ya isyandan hemen öncedir ya da isyandan sonraki dinlenme tesisi. Bazen vazgeçmenin habercisidir ve genelde ılık bir histir. Ilık bence her zaman soğuktan iyidir.
Şu an sadece güçlenme yolculuğumun bir eşliği bu melankoli. Kendi yalnızlığını seven ben'in, kendi basitini seven ben'in ve yolculuğunun neresinde olduğunu düşünebilecek kadar kendinde bir ben'in bir kadeh ılık martinisi.
Artık ufaktan daha romantik takılmaya başlıyorum. Eskisi gibi hayaller kurabilmek için önümdeki tüm soğuk hisleri bir bir sorgulayıp dönüşmek ve dönebilmek için... Hiçbir sosyal medya bağlantısına kendimi yedirmeden ve kim duyuyor beni bilmeden.
Konuya ısınmak için epeydir unutulmuş bir klasörde duran eskilerimden biriyle haftaya girelim. Ve ona bugünden itibaren MELANKOLİ adını verelim.
Küçüktün, çok küçük...
Ben biraz daha
büyücektim. Sana nazaran yaşlı, belki. Sen beni anlamazdın, benimse sana
anlatacak vaktim yoktu. Herkesin yaşadıklarını yaşamak, tüm sıradanlığı yaşamak
için de hiç vaktim yoktu. Sen kaçtın, ben yakana yapıştım;
-Kaçma, dedim.
-Hayır, dedin, her şey
için çok erken. Önce yorulalım, sonra bekleyelim, kırılalım, incitelim biraz.
Daha sonra belki de...
Senin de benim için
ayıracak sabrın yoktu. Sadece gitmek istedin. Seni bıktırmışım, sıkıştırmışım.
Benim için sen çok önemliydin, senin için de sen çok önemliydin. Sen umarsızca
yaşamalıydın: giriş, gelişme, sonuç. Hepsini yaşamalıydın. Ve sen sıkıldığın
yerde bitmeliydi, yaşamlar. Ben biliyordum; gelişme yoktur aslında, bir giriş
vardır, bir de sonuç. Gelişme oyalar, gelişme kandırır. Benim oyalanacak ömrüm
kalmadı. Ben yeterince büyümüştüm. Daha fazla kandırılmak da öldürürdü beni.
-Ölürüm.
-Hayır, her hamleyi
tek tek oynamalıyız.
-Son hamleyi
biliyoruz, dedim, şah ve mat...
-Belli olmaz, dedin.
Senin oyunu bitirecek
sabrın yoktu. Sen yarı yolda kaçmak istiyordun. Karışık bir hamle yapmak, ben
karşı hamleyi yapana kadar ‘fedakarca’ beklemek, ben hamleyi yapınca da;
-Yanlış, diyecektin,
çok yanlış...
İnatçıydın.Çöl kadar
inatçı, kuyu kadar inatçı, benim kadar inatçıydın.
-Dur, dedim, gitme.
Koşmaya başladın. Beni
de kendini de ağlatacak kadar hızlı koşuyordun. Ben arkanda kıpırdayamadan
bakıyordum. Bir yanım bir fırsat vermişti sana. Öbür yanım anlayamadı bunu,
hiçbir şey için vakit yoktu, sen gidersen ben ölürdüm. Koşmaya başladım, öyle
koştum. Bir arpa boyu yol almışım, sense çok uzaktaydın. Haykırdım:
-Dur, gitme!
-Hayır, dedin,
düşündüğün hamle çok yanlış.
-Bir daha denemeliyim,
dedim, bu oyunu pek bilmem.
Bilmeliydim, belki de
biliyordum. Ama vakit yoktu ki. Saatler hep ileri gidiyorlar, hep ileri, hep
aynı tempoda.
Kendi kanımı içtim.
Sensiz ve senin adına içtim. Sulara gömdüm sonra kendimi, akıntılara bıraktım.
Sensizdim işte. Kimsesizdim. Güçsüzdüm. Sen benim canıma kastettin. Ne için?
Bir listen varmış
uzunca. Öldürdüklerini yazarmışsın, bilemedim.
Bir kokun vardı.
İğdeden daha ince, gülden daha koyu, sudan daha hafif, her şeyden özeldi. Seni
çok kez içime çekmiştim.
Kendi gözlerimi
dağladım. Kirpiklerimi kesip uc uca bağladım. Seni unutmak istemedim. Unutmak
için de vaktim yoktu.
-Yaşam, dedi bir ses.
-Bitmeden bitirdi
beni, dedim.
-Hayır, dedi, şimdi
başladı.
-Ne, dedim, lanet
olası acı hep vardı! Bu mu tanrılığın?
-Bu, dedi. Senin için
elimden geleni yaptım.
-Al, dedim, kanımdan
sen de iç.
-Kedilere ver, dedi,
onları da severim ben.
-Benden çok mu? dedim.
-Evet, dedi.
Onu bu yüzden hep
sevdim, bir sokak çocuğu gibiydi. Mertti, bana hiç yalan söylemezdi. Uzun ve
pisti tırnakları ama yemezdi. Hiç ukalalık da etmedi.
-Bencillik, dedim
içimden. Herkes ‘ben’ için yaşıyor. Bazılarının yaşamına isimlerini kazımak
için. Ve marifet sayıyorlar; geriye dönüp baktıklarında kimse için
üzülmediklerini, hiçbir şey için pişmanlık duymadıklarını görmeyi. Bense
isterdim ki... keşke...
Umrunda değil. Umrumda
değil. Ne geleceğim ne de geçmişim. Hiçbir şey umrumda değil. Nerede hata
yaptığımı biliyorum. Geçmişte. Vakit olsa da düzeltemem artık.
Senin
bir listen varmış. Beni de yazmışsın. Yanına ufak bir not bile düşmemişsin.
Bazılarına düşmüşsün oysa, hatta birinin yanında bir soru işareti varmış.
Kırılmamalı mıyım?
Kokun hala içimde.
Asit gibi keskin, ceset kadar ağır, yosun kadar yoğun kokun.
Kendimi bir köşede
kıstırdım. Yaşlı, sefil, acınası, iğrenç. Göğsüme bir bıçak sapladım. Sonra
yaraya limon sıktım biraz.
-Aman, dedi malum ses,
yeter artık.
-Seni seviyorum,
dedim, vakti gelse de beni yanına alsan.
-Her şeyin bir sırası
var, vakti var, dedi
-Evet, dedim. Doğum,
yaşam, ölüm. Yani; giriş, gelişme, sonuç...Biliyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder