Pazar, Şubat 17, 2013

Dönüşüm

İşim kadar çok hayatımın önüne geçti ki uzun zamandır buraya bir şey yazmak içimden gelmez oldu. Ama yazasım da var, sadece mesleki şeyler yazasım yok. Peki kim demiş ki tutarlılık önemli diye, belki de önemli değildir. Belki de buraya her istediğimi yazabilirim. Belki de artık başka şeyler yazmaya başlamanın zamanı gelmiştir. Madem ki yazılacak şeyler var; bir blog daha açmanın, oturup onun tasarımını da düşünmenin ve sürekli ertelemenin ne anlamı var? Cevap veriyorum; anlamı yok. Mesela bugün bir şarkı ile başlayalım dönüşüme...

Birazcık melankolik ama melankoli aslında rahat bir ruhun kolayca taşıyabileceği bir yük. Çünkü melankoli ne zaman neye sahip olduğumuzu ve nerelerde olduğumuzu bildiğimizi gösterir. Ya isyandan hemen öncedir ya da isyandan sonraki dinlenme tesisi. Bazen vazgeçmenin habercisidir ve genelde ılık bir histir. Ilık bence her zaman soğuktan iyidir.

Şu an sadece güçlenme yolculuğumun bir eşliği bu melankoli. Kendi yalnızlığını seven ben'in, kendi basitini seven ben'in ve yolculuğunun neresinde olduğunu düşünebilecek kadar kendinde bir ben'in bir kadeh ılık martinisi.

Artık ufaktan daha romantik takılmaya başlıyorum. Eskisi gibi hayaller kurabilmek için önümdeki tüm soğuk hisleri bir bir sorgulayıp dönüşmek ve dönebilmek için... Hiçbir sosyal medya bağlantısına kendimi yedirmeden ve kim duyuyor beni bilmeden.

Konuya ısınmak için epeydir unutulmuş bir klasörde duran eskilerimden biriyle haftaya girelim. Ve ona bugünden itibaren MELANKOLİ adını verelim.


Küçüktün, çok küçük...

            Ben biraz daha büyücektim. Sana nazaran yaşlı, belki. Sen beni anlamazdın, benimse sana anlatacak vaktim yoktu. Herkesin yaşadıklarını yaşamak, tüm sıradanlığı yaşamak için de hiç vaktim yoktu. Sen kaçtın, ben yakana yapıştım;
            -Kaçma, dedim.
            -Hayır, dedin, her şey için çok erken. Önce yorulalım, sonra bekleyelim, kırılalım, incitelim biraz. Daha sonra belki de...

            Senin de benim için ayıracak sabrın yoktu. Sadece gitmek istedin. Seni bıktırmışım, sıkıştırmışım. Benim için sen çok önemliydin, senin için de sen çok önemliydin. Sen umarsızca yaşamalıydın: giriş, gelişme, sonuç. Hepsini yaşamalıydın. Ve sen sıkıldığın yerde bitmeliydi, yaşamlar. Ben biliyordum; gelişme yoktur aslında, bir giriş vardır, bir de sonuç. Gelişme oyalar, gelişme kandırır. Benim oyalanacak ömrüm kalmadı. Ben yeterince büyümüştüm. Daha fazla kandırılmak da öldürürdü beni.

            -Ölürüm.
            -Hayır, her hamleyi tek tek oynamalıyız.
            -Son hamleyi biliyoruz, dedim, şah ve mat...
            -Belli olmaz, dedin.

            Senin oyunu bitirecek sabrın yoktu. Sen yarı yolda kaçmak istiyordun. Karışık bir hamle yapmak, ben karşı hamleyi yapana kadar ‘fedakarca’ beklemek, ben hamleyi yapınca da;
            -Yanlış, diyecektin, çok yanlış...

            İnatçıydın.Çöl kadar inatçı, kuyu kadar inatçı, benim kadar inatçıydın.

            -Dur, dedim, gitme.

            Koşmaya başladın. Beni de kendini de ağlatacak kadar hızlı koşuyordun. Ben arkanda kıpırdayamadan bakıyordum. Bir yanım bir fırsat vermişti sana. Öbür yanım anlayamadı bunu, hiçbir şey için vakit yoktu, sen gidersen ben ölürdüm. Koşmaya başladım, öyle koştum. Bir arpa boyu yol almışım, sense çok uzaktaydın. Haykırdım:
            -Dur, gitme!
            -Hayır, dedin, düşündüğün hamle çok yanlış.
            -Bir daha denemeliyim, dedim, bu oyunu pek bilmem.

            Bilmeliydim, belki de biliyordum. Ama vakit yoktu ki. Saatler hep ileri gidiyorlar, hep ileri, hep aynı tempoda.

            Kendi kanımı içtim. Sensiz ve senin adına içtim. Sulara gömdüm sonra kendimi, akıntılara bıraktım. Sensizdim işte. Kimsesizdim. Güçsüzdüm. Sen benim canıma kastettin. Ne için?

            Bir listen varmış uzunca. Öldürdüklerini yazarmışsın, bilemedim.

            Bir kokun vardı. İğdeden daha ince, gülden daha koyu, sudan daha hafif, her şeyden özeldi. Seni çok kez içime çekmiştim.

            Kendi gözlerimi dağladım. Kirpiklerimi kesip uc uca bağladım. Seni unutmak istemedim. Unutmak için de vaktim yoktu.

            -Yaşam, dedi bir ses.
            -Bitmeden bitirdi beni, dedim.
            -Hayır, dedi, şimdi başladı.
            -Ne, dedim, lanet olası acı hep vardı! Bu mu tanrılığın?
            -Bu, dedi. Senin için elimden geleni yaptım.
            -Al, dedim, kanımdan sen de iç.
            -Kedilere ver, dedi, onları da severim ben.
            -Benden çok mu? dedim.
            -Evet, dedi.

            Onu bu yüzden hep sevdim, bir sokak çocuğu gibiydi. Mertti, bana hiç yalan söylemezdi. Uzun ve pisti tırnakları ama yemezdi. Hiç ukalalık da etmedi.

            -Bencillik, dedim içimden. Herkes ‘ben’ için yaşıyor. Bazılarının yaşamına isimlerini kazımak için. Ve marifet sayıyorlar; geriye dönüp baktıklarında kimse için üzülmediklerini, hiçbir şey için pişmanlık duymadıklarını görmeyi. Bense isterdim ki... keşke...

            Umrunda değil. Umrumda değil. Ne geleceğim ne de geçmişim. Hiçbir şey umrumda değil. Nerede hata yaptığımı biliyorum. Geçmişte. Vakit olsa da düzeltemem artık.

            Senin bir listen varmış. Beni de yazmışsın. Yanına ufak bir not bile düşmemişsin. Bazılarına düşmüşsün oysa, hatta birinin yanında bir soru işareti varmış. Kırılmamalı mıyım?

            Kokun hala içimde. Asit gibi keskin, ceset kadar ağır, yosun kadar yoğun kokun.

            Kendimi bir köşede kıstırdım. Yaşlı, sefil, acınası, iğrenç. Göğsüme bir bıçak sapladım. Sonra yaraya limon sıktım biraz.

            -Aman, dedi malum ses, yeter artık.
            -Seni seviyorum, dedim, vakti gelse de beni yanına alsan.
            -Her şeyin bir sırası var, vakti var, dedi
            -Evet, dedim. Doğum, yaşam, ölüm. Yani; giriş, gelişme, sonuç...Biliyorum. 



Hiç yorum yok: